Okumanın zararları ve iltifatta sahtecilik..!Yaklaşık 15-16 yıl öncesiydi. Aylardan Ramazan… Bir hususla ilgili gittiğim İstanbul'da, kardeş dediğim arkadaşlarımıza misafir olmuştum. Kimisi öğretmenlik, kimisi Hukuk, kimisi de Tıp Fakültesi öğrencisiydi. Her biri kendi alanlarında çok iyi puanlar almış ve Türkiye'nin saygın üniversitelerinde öğrenim görüyorlardı. Birkaç yılın ardından yeniden bir araya gelebilmenin heyecan ve mutluluğunu derinden hissederken, maziye dair bir biri ardına sıralanan anılarla da neşemize neşe katıyor, ara sıra hüzünlendiğimiz de oluyordu. Öyle ya, herkes siyasilerin ya da üst düzey bürokratların çocukları kadar şanslı değil bu dünyada. Özel okullarda okumak bir yana, kampüse şahsi araçla gelmenin hayalini kurmak bile uzunca bir zaman alıyordu… Metro ya da metrobüslerde eriyen zaman, ucuz pazarlardan alınan ayakkabılarla kovalanıyordu… Kafeteryalarda yemek ziyadesiyle lükstü. Öyle Meclis lokantası filan da yoktu oralarda..! Baban tarlada çalışıp ya da emekli aylığından bir miktar arttırıp seni okutuyorsa, ana menü bellidir. Mercimek çorbası ve makarna…! Hayat zorlu, imkânlar kısıtlı, aileye yük olmama adına aç yatılıp, yemek öğünlerinin iki, hatta bire düşürüldüğü dönemlerdir yükseköğrenim yılları. Ramazan ayı olması sebebiyle, en azından bir aylık erzak almama şansına sahiptiler. Belediyelerin iftar çadırları üniversiteliler için en iyi lokantaydı. Sahile doğru inip iftar çadırından çorban ve yemek tedarik edip ezanla birlikte karnımızı doyurmuşken, denize yüz çevirip buram buram efkâr kokan demli çayın tadını almamak da olmazdı… Ve tabi ki, geleceğe dair hayallerin bir şiir tadında anlatımları… Yorucu bir maraton misali tamamlanan 4 yıllık eğitimin ardından artık hayata atılmanın vakti gelmişti. Öğretmenlik okuyanlar atanmış, Hukuk okuyanlar stajlarına başlayıp mesleki yaşamlarını selamlamışlardı. Tıp fakültesi okuyan kardeşlerimiz ise “daha yolumuz var” deyip dirsek çürütmeye, 6 yıllık eğitimlerini tamamlayıp mesleki yaşamlarına atılmakla birlikte, bir taraftan stajlara devam ederken diğer taraftan hayallerindeki bölüme girmek için dünyanın en zor sınavlarından biri olan Tıpta Uzmanlık Sınavına (TUS) için ter dökmeye devam etmişlerdi. Ama şimdilerde pişmanlığın alasını yaşıyorlar. Birkaç haftadır, haklarının iyileştirilmesine yönelik taleplerinin karşılanması için devam eden grev ve iş yavaşlatma eylemlerine karşılık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan; “En az alan doktor ne alıyor dedim, '8-9 bin' dediler. En fazla alan ne alıyor dedim, '25-30 bin' dediler. Özel sektör çok veriyormuş, oraya gidiyorlar. Açık konuşuyorum, varsın gidiyorlarsa gitsinler. Bizler de üniversiteyi yeni bitiren doktorlarımızı istihdam ederiz. Biz asistan doktorlarımız ile buralarda devam ederiz. Daha da ileri gidiyorum; yurtdışından dönmek isteyenlerin dönüşünü sağlar, buralarda görevlendiririz” deyince arayıp neler hissettiklerini öğrenmek istedim. Bir dokunup bin ah işittim. Hangi şartlarda okuduklarına şahitliğime atıfta bulunup biraz dertli, biraz da öfkeli bir ses tonuyla haykırdılar; Abi neden okuduk bunca yıl? Onca sıkıntıyı neden yaşadık? İlkokul mezunu bir kamu işçisi hiçbir sorumluluğu yokken, bedenen çalıştığı için 10-13 Bin TL maaş alıp ikramiyelerle bunu daha da arttırırken, hayatının yarısını okumakla geçirip, görev yaptığımız sağlık merkezinde her gün onlarca hatta yüzlerce hastaya bakan bizler, neden 8-9 Bin TL alıyoruz ki? İşçi daha fazla alsın isteriz. Onlardan alıp bize versinler demiyoruz elbette. Ama liyakat bunun neresinde? Biz okuyup memlekete faydalı olalım derken, vasıfsız ya da tek hüneri siyasi referans olan bir kamu görevlisinin karşısında neden bu kadar eziliyoruz ki? Kamudaki bir işçinin ne gibi bir sorumluluğu var? Şiddete maruz kalan biz, en küçük bir hatamızda Malpraktis (yapılan tıbbi işlemlere karşı açılan davalar) ve yüksek tazminatlara maruz kalan biz. Hiç okul okumadan, arkanızda siyasi bir referans varsa şayet bir kamu kurumunda işe girip iyi maaş alma şansınız var. Peki ya herkes tıp fakültesi okuyabiliyor mu? Kolaysa şayet, ne diye tıp fakültelerinin puanları en yüksek limitte? Meselenin sadece maaş olmadığını da idrak edemiyorlar maalesef. Bunu anlamayanlara daha ne anlatabilirsiniz ki? Diye uzun uzadıya iç döktüler ve daha birçok serzenişlerini paylaştılar. Haksız da değildiler. Bingöl'ün 25-30 yıl öncesini hatırlayanlar bilir, Bingöl merkez Hastane Caddesi'ndeki binaları örten doktor tabelalarını… Hastanelerde muayene yapılırsa şanlısınız. Lakin bu pek mümkün olmazdı. Hastaneler, uzman hekimlerin özel klinikleri için randevu alma mekânları olarak nitelendirilirdi. Hastaneye gittiğinizde ön bir muayene yapılır, sonra da “yarın muayenehaneme gel” diye fısıldanırdı. Sonrası ise muayene paraları, ameliyat olunacaksa bıçak paraları ve daha birçok mali kayıp demekti. Yıllar sonra, mevcut iktidarla birlikte sağlık alanında hakkı yenemez değişimler yaşandı, hatırı sayılır yatırımlar yapıldı. Yeni binalar, yeni cihazlar ve dahası... Eyvallah. Kimsenin bu değişimi ve gelişimi inkâr ettiği yok. Zaten bunun karşılığı olan desteği de ziyadesiyle verdi bu toplum. Ama gelinen noktada görüyoruz ki; emeğin ve liyakatin hiç edilip, biat kültürünün kanıksandığı ve liyakatsizliğin vücut bulduğu bir dönem, yapılan binaları da, gelişen cihaz teknolojisini de anlamsız kılıyor. Hekimlere daha fazla maaş ve daha konforlu bir yaşam olanağı sunup bunu özendirmek yerine, “gidiyorlarsa gitsinler” diyebiliyoruz… Tıpkı, çiftçiye söylenen “ananı da al git” misali.. İlk göreve geldiğinde liyakatli insanlarla önemli başarılar elde eden ancak sonrasında liyakati biat kültürüne yem eden Hükümet, şimdilerde de uzman hekimleri asistanlarla terbiye etmeye kalkışıyor. Sanırsın ki, tesisatçı değiştiriyoruz! Tabi, kendileri rahat! Gel dediğinde koşan doktorlar olduğu gibi dilediklerinde kapatılıp özel hizmet alabilecekleri hastaneler de yok değil yani. Onların tuzu kuru da, muayene olamayan, ameliyat için gün bulamayan gariban vatandaş ne yapsın? Sahi, pandemi sürecinde pencerelerden alkışlayıp moral verdiğimiz, iltifatlarla öve öve bitiremediğimiz kahraman sağlık ordusunun öncü isimleri, şuan “gitsinler” dediğimiz hekimler değil miydi? Demek ki neymiş? Çok okumanın da zararları olduğu gibi iltifatta sahtecilik de yaşanabiliyormuş. YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 08 Kasım 2024 Algılar ve olgular!14 Eylül 2024 Bingöl'e uzay üssü ve gözlemevi yapılsın!04 Eylül 2024 Bingöl için 'ben varım' diyecek babayiğitler aranıyor!01 Ağustos 2024 İhmal edilen neslin şehri yıkımı nasıl durdurulacak?
|