Kendini Arayan AdamMuhyiddin-i Arabi, “Küçük insanlar dengini arar, büyük insanlar KENDİNİ arar…” der. Dengini arayan adam; kendisine benzeyeni, kendi sosyal statüsünde olanı arar; kendini arayan ise, insan olarak zengin dünyasını keşfe çıkar, ince ve ufka sığmayan duygularının anlamaya çalışır, zihinsel ve duygusal dünyasıyla bir parçası olduğu evrene ve çevreye yönelir, orada beni oku diyen anlam yüklü güzellikleri seyre dalar, bir kuşun nazlı duruşunu, bir çiçeğin tebessümüne, canlıların cıvıltılarını, bir çocuğun umudunu, bir yetimin mahsun duruşunu, bir mazlumun ahını duyar ve göklere bakarak Güneş'in varlığa kattığı aydınlığa tanık olur. Kendini arayan adam; etrafına bakar, toprak, bitki, su ve hava ile çevrili ruhsuz bir dünyada; düşünen, sorgulayan, duyan, koşan, konuşan ve konuşturan bir insan olarak aleme ruh kattığını ve yaşamını ve çevresini yeniden düzenleyerek uygarlıklar kuran muhteşem bir varlık olduğunu anlar; sırlı ve gizemli bir elin, kendisini dik yürüyen, akıllı, vicdanlı ve diğer tüm canlılardan üstün; yeryüzüne adaleti, hakkı ve güzelliği hakim kılacak bir halife olarak atadığının farkına varır; hayata ve dünyaya anlam katan bir varlık olmanın heyecan ve minnettarlığıyla kendini tanımaya başlar… Kendini arayan adam: İlim, ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır. Okumaktan mânâ ne? Kişi Hak'kı bilmektir. Çün okudun bilmezsin, Ha bir kuru emektir Yunus Emre der hoca, Gerekse var bin hacca Hepisinden iyice, Bir gönüle girmektir. Sözleriyle seslenen Yunus'un mesajıyla; kendini bilmeyi, Hak'kı bilmeyi ve haddini bilmeyi bilir… Dengini arayan adam, günün akışına takılarak akar, yorgun ve şikayetlerle dolu bir hayatın kıskacında sıkışıp kalır, duygusal ritüeller onun için birer fantezi olarak kalır; kendini, hayatı ve evreni anlamadan geçen ömrün, ne kadar da kısa olduğunu ve ne de çabuk bittiğinin şaşkınlığını yaşar. Kendini arayan adam, duygu ve düşüncelerinin alemin aktarına dağıldığını, bir çiçeği arzuladığı gibi bir bahçeyi de arzuladığını, bir bahçeyi arzuladığı gibi cennet gibi ebedi bir alemi de arzuladığını, o ebedi alemde tüm dost ve sevdikleriyle birlikte, ebedi yaşamak istediğini görür… Kendisine, sevdiklerine ve varlıklara bakar; yanıp sönen bir şule gibi, sonlu bir hayat ırmağında aktığını, yaşamın kısacık olduğunu, sofraya oturup bir lokma alıp doymadan kalkan misafire benzediğini, evreni kuşatan arzularının karşılığını sonlu dünyada bulamadığını, ölümün insanı en sevdiği hayattan alıp götürdüğünü ve tüm sevdiklerinden ayırdığını, eğer bugüne kadar en az bir kişi bile olsa ölmeyip yaşayan biri olsaydı, belki bir umut da olsa kendisinin ölümsüz ikinci kişi olabileceğini; ama nafile, gelen gider, giden gelmez denen fani bir alemde yaşadığını ve kendini kandırmanın bir anlamı olmadığın anlar... Faniyim fani olanı istemem diye feryada başlar...! Bu kadar muhteşem bir hayat sadece yanıp sönen bir şule gibi olamaz!.. Acaba, ölümü öldürmek mümkün mü? Bu gidişe dur diyebilir miyiz? Diye sormaya başlar...? “Ey insan üzülme, ölüm hiçlik değil, yokluk değil, daha iyi ve ebedi bir aleme açılan kapıdır” hitabındaki İlahi soluklu umut dolu nağmeleri ruhunda yankılanır... Müjdeli bu sözler, duyduğu o büyük ayrılık acısına sürülen bir merhem şifasıyla ağrıları diner, umutla etrafa bakmaya başlar, adeta yeniden canlanır, “demek ölüm yokluk değil, ebedi aleme geçiştir, demek biz asla yok olmayacağız, tüm sevdiklerime kavuşacağım, bu ne büyük bir hakikat ve müjde” der ve bu müjdenin sarhoşluğuyla, sokaklara doğru koşmaya başlar, kollarını açarak; “durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, düşün arkama ey insanlar” diye haykırmaya başlar… Kendini arayan adam, kesretten vahdete, faniden bakiye yüzünü çevirmek ister: “Yalnız biri iste; başkaları istenmeğe değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları layık değiller. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.” (Risale-i Nur) hakikatini anlar ve tüm şirkten temizlenerek hakikate erer… Dengini arayan adam; Hz. Peygambere; “köle ve değersiz yoksullardan oluşan aşağı düzeyde adamlarla aynı yerde olamam, onları yanından sürersen sana inanır ve gelir yanında otururum” diyen kibirli Mekkeli'ler gibi davranır. Kendini arayan adam; insanları inanmaya davet eden Hz. Muhammed'in (a.s.v.) gerçek bir peygamber olup olmadığını öğrenme merakına kapılır; dürüst ve sade bir hayat yaşadığını, en güvenilir insan olarak “Muhammed-ül Emin” ünvanını aldığını öğrenir; Musab gibi, Ali gibi, Bilal gibi, Ammar, Ebubekir ve Ömer gibi hakikati arar; kendisinin yeryüzünde başı boş dolaşan anlamsız bir varlık olamayacağını, hayatın bir anlam ve gayesinin olduğunu; Hz. Muhammed'in, bu sırlı hayatın perdesini aralayıp hakikati gösteren, ilahi alemden uzanan peygamberi bir soluk olduğunu anlar: “bu yüzde yalan olamaz” diyerek, ona yönelir... Peygambere inanan çoğu vahşi, bedevi, kötü adetler sahibi bir toplumun; yirmiüç yıl gibi kısa zamanda, diğer insanlara örnek model olan, karıncaya ayak basamaz celiğe sahip, M. Akif'in “Koca Karı ile Ömer” şiirinde, “Kenar-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu, Gelir de Adl-i İlahi Ömer'den sorar onu” dile getirilen adalet anlayışıyla sıyrılan, tarihte sahabe ünvanıyla anılan bir topluma dönüştüğünü görerek, “ancak bir peygamber bu dönüşümü yapabilir” kanaatine ulaşır… Kendini arayan adam, Hz. Muhammed'in okuma – yazma bilmeyen ümmi bir peygamber olarak, lisanında hakaik aşina bir hitap, elinde muciznüma bir kitap olan KUR'AN'ı tuttuğunu görür; bin beş yüz yıldır inanan insanların kalp ve gönüllerinde yer eden bu kitabın, bugüne kadar milyonlarca tefsiri yapıldığı halde, hala içerdiği hikmete tam anlamıyla ulaşılamadığını; Kur'an'ın akıl ve bilimle çelişmediğini, böyle mucizevi kitap sahibi olarak, Hz. Muhammed'in hak ve dürüst bir peygamber olduğunu anlar… Kendini arayan adam; görünen tüm varlığın, fizik ötesindeki gerçek varlığı gösteren, ince tenteneli birer perde olduğunu, herşeyin İlahi varlığı gösteren birer sanat eseri, birer parıltı, birer esinti olduğunu anlar, kâinatın bir kitap olduğunu ve okunup anlaşılması gerektiğini görerek, kâinat kitabını okumaya başlar. Varlıktaki tüm oluşum ve değişimin; aciz, güçsüz, cansız ve şuursuz hava, su, toprak, elementler, vb. maddi sebeplerle veya hiçbir amaç ve gayesi olmayan rast geleliğe yani tesadüfe dayalı, şuursuz evrim mekanizmaları denen olgu ve süreçlerle açıklanamayacağını, tüm varlığın bir ilim, irade, kudret ve hikmet eseri olduğunu idrak eder; böylece İbrahim peygamber gibi göklerin ve yerin melekutuna (iç yüzüne) ulaşarak kesin inananlardan olmaya başlar... Muhabbetle…
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 14 Aralık 2024 Suriye nereye gidiyor?06 Kasım 2024 İlahiyatçıları/din adamlarını dinlerken ölçüleriniz olmalı07 Ekim 2024 Kur'an'ın, Tevrat, İncil ve Avesta'dan farkı02 Eylül 2024 Üç kutsal din Sümer efsanelerinden mi alındı?
|