İslam Algımız ve Ramazan HocaRamazan Hoca, Diyarbakır Ulucami çevresinde, insanlara kendi bildiğince dini konularda dikkat çekici ve bilgi dolu açıklamalar yapan, kendi halinde, gariban ve yoksulluk içerisinde yaşayan biriydi. Bazı görüşlerine katılırsınız veya katılmazsınız bu ayrı bir konu. Ancak son zamanlarda tarikatlarla ilgili açıklamaları nedeniyle baskıya uğradığı ve bu nedenle İstanbul'a taşınıp, birilerinin de yardımıyla kahvehane işleterek geçimini sağlamaya çalışmış, burada da tehdit ve baskılara maruz kalmış ve sonunda da hunharca bıçaklı bir saldırının kurbanı oldu. Tarikat, cemaat ve siyasetle ilgili görüşlerini ve eleştirilerini hakaret etmeden güzel bir üslupla dile getiriyordu. Eleştirileri hoşunuza gitmeyebilir. Bir birey olarak fikir özgürlüğü kapsamında söylediklerinden dolayı böyle tehditlere maruz kalamaz, kalmamalıdır da! Kriminal bir cinayet olabilir. Devlet bu konuda gereken tedbirleri bir an önce almalıdır. Köken olarak Bingöllü olan Ramazan Hoca, hayatıyla olduğu kadar ölümüyle de çok şeyleri düşünmemize vesile oldu. Ölümüyle anlaşıldı ki, her kesimin gönlünde bir yer tutmuş. Çünkü, kimsesiz ve garipti, yoksunluk ve dini samimiyet her tarafından akıyordu. Yani züht içerisinde dervişvari yaşıyordu. Nerede o entel hocalar, ilahiyatçı profesörler, siyasetçiler, şeyhler, liderler, sosyal medya ermişleri, vaazlar? Acaba sizler öldüğünüzde Ramazan Hoca'nın arkasından akan gönüller, sizler için de akacak mı? Hepimizin oturup bunu çok ciddi bir şekilde düşünmesi gerekiyor… Dış görünüşüne bakılsa, meczup ve ehemmiyet verilecek biri gibi de durmuyordu. Ancak, genç yaşına ve ciddi bir eğitim almamasına rağmen, konuştuğunda, ilahiyatçı hocalara taş çıkartacak açıklamalar yapıyor, insanları ilmine ve samimi duruşuna hayran bırakıyordu. Bir grup ve cemaate yaslanmadan konuşuyordu. Dinden beslenen bir din tüccarı olmadığı, bildiği doğruları, oraya buraya dokunur korkusu olmadan, hiç kimseden çekinmeden bildiklerini açıkça söylüyordu. Allah rahmet eylesin, hakkını yemeyelim filozofça konuşmaları da yok değildi… Gelelim Ramazan Hoca'nın bize hatırlattıklarına: Yazımın başında da dedim ya! Ne acıdır ki dinimizi temsil, gariban ve münzevi yaşayan Ramazan Hoca'ya kaldı!.. Yanlış anlaşılmasın bu cümlemi asla küçümsemek için söylemiyorum. Dikkatinizi belli konulara çekmek için bir ironi yapmaya çalışıyorum. Toplumun Ramazan Hoca'ya ilgisinin iki boyutu var: Birincisi: dini kimlikle toplumsal görünürlüklerini ön plana çıkaran, ancak gösteriş, şatafat, lüks, şekilci, dünyacı ve seküler bir dini anlayış içerisinde yaşayan; bir kısım hacı, hoca, şeyh, siyasetçi, bürokrat, cemaatçi veya tarikatçı vb. sözde Müslümanlardan dolayı (SAMİMİ OLANLARI TENZİH EDERİM); insanlarda, dini kesimlere karşı bir toplumsal tepki oluşmaya başladı. İnsanlar neredeyse dinden, imandan, namazdan, camiden, Hoca'dan ve dini sohbetlerden kaçacak hale gelmişler. İşte tam bu bunalım döneminde; insanlar, dindar bir insandan beklenen özellikleri, dini kesimde bulamadıklarını bu garipte gördükleri için Ramazan hocayı takdir edip sevmişlerdi. İkincisi: Ramazan Hoca'ya duyulan bu ilginin, toplumsal İslam algımızın eksik olduğunu göstermesi bakımından çok önem arz etmektedir. Yani dindar deyince; sadece yoksul, dünyayla pek ilişkisi olmayan, züht içerisinde dervişane yaşayan bir profil algımız ön plana çıkıyor. Tamam böyle yaşayanlara da saygı duymalıyız. Ama din böyle bir yaşantının çok çok üstünde bir toplumsal yaşantı önerir. İslam, peygamberin de ortaya koyduğu uygulamalarla anlıyoruz ki hayatın içerisinde, hayata rengini veren bir dindir. Hz. Peygamber; bir toplum yöneticisi ve lideri olarak, bir aile reisi olarak, bir komutan olarak, bir ticaret yapan olarak, adaleti tesis eden bir Yargıç olarak, faiz, zekât vb. ekonomiyi düzenleyen esaslar vaz eden bir lider olarak; yani bireysel ve aile hayatından tutun, sosyal hayat, yönetimsel hayat, ticaret, üretim, vb. toplumsal hayatın bütününde görünür olmayı esas alan bir dindir. Hadid Suresi 25. Ayette, “Peygambere Kitabı ve ölçüyü-mizanı indirdik ki adaleti ayakta tutsunlar ve insanlar için yararlanacakları güçlü demiri indirdik” der. Ali Şeriati, bu ayetle; İslam dininin, toplumsal yaşamada keyfiliğe değil bir hukuka, adalete, mizana, bir kitaba dayandığını; demirle de güçlü ve gelişmiş toplumlar oluşturmayı önerdiğini ifade etmiştir. Ama biz Müslümanlar maalesef bu alanlarda sınıfta kalmışız. Dini toplumsal pratik hayatta gösteremez olduk. Ramazan hocanın gösterdiği samimiyeti, Müslümanlar ticarette, adalette, kardeşlikte, memuriyet ve yöneticilik görevinde, bilimde, ilimde, vb. toplumsal, ekonomik ve yönetsel her alanda gösterebilmelidirler. Çünkü bu din bireyi ve toplumu insani, ahlaki, adalet, refah ve huzur üzerinden yeniden inşa eder. Bu din sadece Camiye, eve veya özele indirgenemeyecek kadar büyüktür. İslam ülkelerinin çoğuna bakıyoruz; genellikle dinin ibadetle ilgili emirlerine uyulmakta, ama dinin muamelat (işler-ameller) dediğimiz kısmına yeterince uyulmamaktadır. Namaz, Oruç, Haç, Başörtüsü, Cenaze törenleri, Kur'an okuma, vb. İslami ritüeller dediğimiz şekilsel ibadetlerle ilgili kısımlara genellikle uyarız. Ancak, İslami terminolojide muamelat dediğimiz işlerimiz ve eylemlerimiz olan alışverişlerde dürüstlük, yardımseverlik, göreve bağlılık, zekât, yardım, kanaatkarlık, mal hırsı, komşuluk vb. insani ve toplumsal ilişkiler ki çoğunlukla ahlak içerikli uygulamalarda hiç de iyi değiliz!... Elbette az da olsa çok değerli, imanlı ve İslam'ı yaşayan insanlarımız, güzel uygulamalarımız ve adetlerimiz var. Ancak, toplumsal görünürlükte hâkim olan bu tür güzel tarafımız değil; yarım yamalak, hatalarla dolu Müslümanlığımız ön plana çıkmaktadır. Bu durum İslam toplumlarının en büyük sorununu teşkil etmektedir. Eğer lisanımız Kur'an ayetlerini okuduğu gibi, hayatımızla da manalarını gösterebilmiş olsaydık, bugün Müslüman toplumlar olarak çok farklı bir gelişmişlik düzeyinde olacaklardı. Öncelikle din güzel ahlaktır. Peygamberimiz bir hadisinde “ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” diyor. Kalem suresi 4.yeti peygamberimiz için “muhakkak ki sen büyük bir ahlak üzerindesin” diyor. Böyle ahlaki önderliğe rağmen halimiz ortada. Ben diğer İslam ülkelerine değinmeyeceğim, önce kendimize bakalım: Ülkemizde 106 İlahiyat fakültesi var, 10 bin ilahiyat akademisyeni, 314 bin ilahiyat talebesi, 1607 İmam Hatip Lisesi, 44 bin imam hatip hocası, 504 bin İmam Hatip Öğrencisi, 140 bin civarında din görevlisi, binlerce dernek, vakıf, cemaat, STK var. Binlerce mürit, hoca, şeyh var. Bu kadar yazan çizen var. Hadi diyelim geçmişte baskı vardı, dini emirlere yasak vardı. Ama şimdi siyasi güç de var, meclis ve bürokratik güç ve medya gücü de var. Müslüman ne isterse Allah adına yapabilecek bir ortam ve imkân var. Peki neden İslam'ı hayatımıza hâkim kılamadık. Neden Peygamberin, baskı, ölüm, savaş, sürgün gibi zorlu bir hayata rağmen 23 yıl gibi kısa sürede yaptığı değişimi biz bu imkanlara rağmen meydana getiremiyoruz? Çünkü tebliğ ettiklerimizi temsil etme problemi yaşıyoruz! Çok ciddi bir özeleştiri yapmalıyız. Halimiz ve davranışımızla insanlara etki yapamıyorsak, fikirlerimizle, öğütlerimizle veya sohbetlerimizle onları etkileyemeyiz. İnsanlar sözlerimize değil, yaşantımıza ve davranışlarımıza bakarlar… Adalet diyoruz, adil değiliz; hak diyoruz ama hak yiyoruz. Görevde liyakat ve ehliyet diyoruz, kendi yandaş veya yakınımızı iş başına getiriyoruz. Takva diyoruz, sadece çok namaz kılıyor, çok oruç tutuyor şeklinde anlıyoruz. Halbuki ailesi, komşusu, görev arkadaşları ondan memnun mu? Mütevaziliği var mı? Yardımsever mi? Örneğin Ahlak; Allah, varlık ve insanla ilişkilerimizi düzenleyen değerler manzumesidir. Ahlak dinin preferik (dış-çevre) bölgesinde değil merkezinde yer alır. Fıkıh İslami kuralları ele alır ve şekilseldir. İşte ahlak fıkhın kurallarının aklıdır, mantığıdır. Ama biz ahlaktan yoksun şekilsel yaşarız. Halbuki ‘Mutlak kurallara itaat ahlakı' gücün ahlakıdır. Ahlakın gücü olur, ‘gücün ahlakı' olmaz. Ahlak, yeri geldiğinde özgürlüğü ifade eder, haksızlığa başkaldırıyı da, kuralları aşmayı da ifade eder. İslam ahlakı maruf dediğimiz genel kabul görmüş iyiliği, adaleti ve ihsanı emreder. Kur'an'ın ahlak ilkelerini çıkarıp sıralayalım: Adalet, sözünde durma, yalan söylememe, dürüstlük, samimiyet, liyakat, ehliyet, adalet, iftira etmeme, dedikodu yapmama, vadinden dönmeme, vb. Şimdi bakalım biz ülke olarak hangi durumdayız. Bu ahlaki ilkelere hangi ülkeler sahiptir şeklinde bir anket yapılsa ve insanlara sorulsa? Herhalde Yeni Zelenda, Finlandiya, İsveç, Norveç, Kanada gibi ülkeleri en başta sayarız. İslam ülkelerini sonlara doğru hatırlarız. Tabi bilemiyoruz ne kadar doğru, ama toplumsal algı böyle oluşmuş. Artık halimizi siz düşünün!.. Sonuç: Allah Ramazan Hoca kardeşimize rahmet eylesin. Toplum olarak onun arkasından duyulan takdir ve sevgiyi; Müslüman önderler, dini anlatan İlahiyatçılar, tarikat ve cemaatler ve liderleri, vaazlar, vb. dine hizmeti kendisine misyon edinenler ile dindar olduğunu düşünenlerin ibretle ele alıp oturup iyice bir yeniden düşünmeleri gerekiyor: Acaba öldüğümüzde Ramazan Hoca'ya duyulan sevgi ve takdiri biz de alabilecek miyiz? Sevgi ve saygılarımla. Öldürülen Ramazan Hoca
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 06 Kasım 2024 İlahiyatçıları/din adamlarını dinlerken ölçüleriniz olmalı07 Ekim 2024 Kur'an'ın, Tevrat, İncil ve Avesta'dan farkı02 Eylül 2024 Üç kutsal din Sümer efsanelerinden mi alındı?11 Ağustos 2024 Düşünme Örgümüz ve Ülfet Tuzağı: ATEİZM VE AGNOSTİSİZM
|