Uygarlık Serüvenimiz ve Salgın HastalıklarDünyadaki değişim ve dönüşümle ilgili çeşitli filozofların birbirlerinde farklı görüşleri vardır. Bazılarına göre tarihin motorunu belirleyen iktisadi faktörlerdir. (K.Marx ve Marksizm) Bazılarına göre tarih büyük liderlerin savaş ve zafer çığlıkların toplamıdır. (Giovanni Gentile ve faşizm) Bazılarına göre duyguların ve bastırılmış arzuların mücadelesinde ibarettir. (Freud ve freudizm) Bazılarına göre ise ideolojilerin, inançların ve dinlerin toplamında ibaret bir mücadeledir. (komünizm-kapitalizm, sağcılık-solculuk, Yahudilik-Hristiyanlık, Budizm ve İslam vb. gibi) Nasıl tanımlanırsa tanımlasın, bence, insanlık tarihinin en renkli bu dönüştürücü güçlerini Hristiyanlık teolojisi “Mahşerin Dört Atlısı” olarak tanımlamış ve tasvir etmiştir. Hristiyanlık teolojisine göre her atlının kendisine ait temsili bir ikonu ve bir de misyonu vardır. Birisi yaşamı kutsarken (beyaz atlı), diğeri savaşı (kızıl atlı), öbürü mücadeleyi (siyah atlı) ve diğeri de ölümü (soluk benizli atlı) sembolize ettiğini görüyoruz. Birinci Atlı, beyaz bir atın üzerinde oturur. Başında yaşamı ve umudu temsil eden bir taç vardır. İkinci Atlı, kırmızı bir atın üzerinde durur. İktidarı ve savaşı temsil eden bir kılıç tutar. Üçüncü Atlı, siyah bir atın üzerinde durur. Elinde refahı ve kıtlığı temsil eden bir terazi taşır. Dördüncü Atlı ise soluk ve renksiz bir atın üzerinde durur. Elinde bir tırpanı vardır, hastalığı ve ölümü temsil eder. Benim burada konu ettiğim bu Dördüncü Atlının yeryüzünde açmış olduğu yaraların tespitinden ibaret küçük bir girizgâh yazısı olacaktır. Okuyucular daha fazla bilgi için ise Andrew Nikiforuk'un muhteşem salgın ve bulaşıcı hastalıkların tarihi kitabı olan “Mahşerin Dördüncü Atlısı'na bakabilirler. İnsanlık tarihi her yerde aynı denenmiş sonuçların toplamından ibaret bir çizgi (lineer) hiç olmamıştır. Etkileri ve sonuçları bakımından ise birbirinden hep farklı sonuçlara sahip olmuştur. Sosyal olayları fiziksel olaylardan ayıran da bu özelliktir. Dünya üzerindeki değişimler, dönüşümler; kimi zaman iklim, kimi zaman savaş ve hastalıklar ve kimi zaman da öngörülmeyen olay ve olguların bir neticesidir. Dünyamız altı defa yok oluşun eşiğinden dönmüş bir gezegendir. Bugün insanlık tarihinin “Dördüncü atlının” ayak izlerinin sonuçlarına göre şekilleneceğine dair hiçbir şüphem yoktur. Çünkü yanlış mekânsal planlama (Aslında buna şehir(li)leşememe de diyebilirsiniz), yanlış kalkınma hamleleri, aşırı silahlanma, küresel iklim değişikliği, rasyonaliteden uzak idari ve siyasi kamu yapıları, ehliyetsiz ve muhteris yöneticilerin elinde olan şirketler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar… ve günümüzde denetimden uzak otoriteler tarafından uygarlığımız büyük bir tehlike altındadır. Bütün bu trajedik gelişmelere rağmen tek sevindirici şey ise ölümdür. Ve sonuçta ölüm, herkesi eşit kılmakta ve bir sonraki nesle hakkaniyet penceresini aralamakta hiç tereddüt etmemektedir. İnsanoğlu bu durum karşısında ne kadar şükretse azdır. İnsanlık tarihi açısından ölümün varlığı hep mühim sonuçlara etki eden bir faktör olmuştur. Ölüm olmasaydı tarih olmazdı ve değişim de öyle kolay gerçekleşemezdi. Belki ölümü öldürmeyiz, ama ömür dediğimiz skalayı uzatabiliriz. Ölümün olduğu yerde sahiplenme hırsının pek bir anlam ifade etmediği ve yaşamı güzelleştirmek gibi bir seçeneğin dışında elimizde tutacağımız bir şeyin olmadığı acı bir gerçektir. O halde yapılması gereken; hayatı güzelleştirmek ve yaşanabilir kılmaktır! İnsanoğlu, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğu üzerinde inşa etmeden bu hayalini gerçekleştirme potansiyeline sahip bir varlıktır. Bu mümkün iken yapay sorunlarla hem hayatı kendisine ve hem de başkalarına zindan etmekten yüksünmemesi büyük bir trajedidir. Ölümün eşitliği/ güzelliği karşısında, ölme biçimlerinin farklı olması, nihai anlamda tarihin gidişatını değiştirmemektedir. Genelde yoksullar, kirlenmiş su kaynakları, kötü sağlık koşulları ve yetersiz besin kaynakları yüzünden bu dünyada göçüp giderlerken, zenginler ise daha çok et ve gıda yiyen bakteriler sayesinde ölmektedirler. Tarihin bize gösterdiği bir gerçeklik vardır. Tarımla birlikte yerleşik yaşama geçen insanoğlu, üst organizma dediğimiz bakteriler, virüsler ve mikroplarla tanışarak zengin ve acı tecrübeler edinmiş ve daha sonraları ise bağışıklık sisteminin gelişmesiyle birlikte türünü devam edebilmiştir. İnsanoğlunun salgın hastalıklarla ilişkisi, hayvanları evcilleştirmesiyle birlikte başladı. Verem ineklerden, suçiçeği tavuklardan, kızamık köpeklerden, nezle domuz ve ördeklerden insanlara bulaştı. Bugün mevcut hastalıkların büyük bir kısmı diğer canlılarının ekosistemlerinin bozulması ve diğer türlerinin ehlileştirmesiyle birlikte üst organizma dediğimiz görülmez varlıkların rahatsız edilmesinin bir sonucudur. Yaşam biçimimiz, mekânla ilişkimiz ve iş yapma stilimiz açısından salgın hastalıklara baktığımızda; Ortaçağ'da cüzzam ve sıtma, Rönesans çağında frengi, sanayi döneminde tüberküloz (verem) ve günümüzde ise koronavirüs ve türevleri insanoğlu için büyük tehlike saçtığını görüyoruz. İnsanoğlunun diğer varlıkların yaşam koşullarına müdahale etmesi sonucu virüs ve bakterilerin genetik yapılarında öngörülmesi mümkün olmayan ölümcül değişimlere neden olmuştur. Ormanlık alanların yok edilmesi, nüfusun belirli mekânlara yerleşmesi, meraların ve geniş arazilerin tarıma açılması, barajların yapılması, atıkların çoğalması; suyun, havanın ve toprağın kirletilmesi ve besin zincirinin halkalarından birisinin eksilmesi öngörülmeyen yeni hastalıklara sebebiyet vermiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak yeni ortamlarla tanışan bakterilerin bir kısmı ölerek ve bir kısmı da değişerek diğer varlıklarla birlikte yaşamaya devam ettiklerini biliyoruz. Tarih boyunca salgın hastalıklar; insanların yaşamlarını, beslenmelerini, giyimlerini, barınma ve inanç stillerini değiştirmiştir. Nüfus ile besin zinciri arasındaki denge sağlayıcı unsurlardan birisi de salgın hastalıklar olmuştur. Salgın hastalıklar, uygarlığımız açısından olumsuz etkilerine karşı olumlu etkileri de olmuştur. Örneğin beyaz insanın yeni dünyaya ayak basmadan önce yerliler sağlıklı bir yaşam pratiğine sahip iken, beyaz insanın yeni kıtaya ayak basışıyla birlikte bu döngü tümüyle kırılmıştır. Biyolojik emperyalizmin ilk örneği olan beyaz adamın yeni kıtaya götürdüğü çiçek hastalığı ve bu hastalık sonucunda milyonlarca yerli ölmüştür. Bu kıyımın sonucunda insanlık açısında olumsuz anlamda köle ticareti başlamıştır. Olumlu anlamda ise Veba hastalığının Avrupa'dan çıkmış olması ise hem Rönesans ve Reformun hareketlerinin başlamasına ve hem de feodalitenin yıkılmasına neden olmuştur. Tarih yapıcıların hayatımız üzerinde etkileri hep farklı olmuştur. Değiştirebildiğimizi şeylere “irade” ve değiştiremediğimiz şeylere “kader” dememiz gibi, insanoğlu tarihin elinde hep bir oyuncak olmuştur. Bütün bilimsel ve teknolojik çalışmaların amacı, insanın bu determinist çizginin dışına çıkma ve özgürlüğüne kavuşma mücadelesinin toplamından ibaret olduğu gerçeğidir.
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi22 Aralık 2023 Konaktan Barınağa Bir Yerel Yönetim Klasiği (!)29 Ekim 2023 Demokrasi İle Taçlandırılmış Bir Cumhuriyet29 Eylül 2023 Siyasetin Sahası: Özel ve Kamusal Alanın İnşası
|