Üç kitabı birbirinden ayırma, sakın!..Müslümanlar olarak öyle bir Kitabımız var ki, bizlere ilk emri Namaz kılın veya Oruç tutun değil; “Okuyun” dur. Okursanız, ancak bani tanıyabilir ve ancak okuyarak hakikate ulaşabilirsiniz diyordu ilk emriyle. Okumak; yeryüzünde sadece insana özgü ve onu ayrıcalıklı kılan bir eylemdi, bakmaktı, görmekti, farketmekti, kendini ve evreni anlamak ve kendini yeniden inşaa etmekti. Peki ne okumalıydı? Biz Müslümanlar okumaktan, sadece Allah'ın peygamberlere vahiy yoluyla gönderdiği, ilahi mesajlar içeren Kitabı olarak Kur'an'ı Kerim'i okumayı anladık. Onu da ne kadar doğru okuduğumuz ve anladığımız da ayrı bir konuydu. Halbuki Allah'ın üç kitabı vardı ve bu üç kitabı da birlikte okumamızı önermişti Yaratan. Ama biz bu kitaplar arasında ayrım yaptık, ha bire yüzeysel de olsa, çoğu defa da anlamadan ve ağırlıklı olarak hep sözlü ayetler içeren Kur'an'ı okuduk. Mesajına ise yeterince kulak vermedik. Tarihsel süreç dilimlerinde peygamberler aracılığıyla insanlarla konuşan Rabbimiz, son peygamberle de Kur'an aracılığıyla konuştu. Kur'an Allah'ın sözlü (Kelam sıfatı)ayetlerini içeriyor. Bir de Allah'ın kudret ve ilminin birer görüntüsü ve yaratılış ayetleri niteliğindeki Kainat kitabı ile canlılar ve insan kitabını ise ihmal ettik. Tefsirler, fıkıh, vb. dini ilimler Allah'ın sözlü Kitabı olan Kur'an ayetlerini; Matematik, Kimya, Biyoloji gibi bilim dalları ise Allah'ın kainat ve insandaki ayetlerini açıklayıp anlatıyordu. Ayet, Allah'ı tanıtan ve onun varlığına işaretler içeren söz, olay ve olgulardır. Biz, Allah'ın ayetlerini eksik okumuştuk. Bu nedenle iyi bir Müslüman ve iyi bir insan olamamıştık. Çünkü bu üç kitabı bir bütün halinde okumaktan geçiyordu hakikate ulaştıracak, sırlar dünyasının sırları. Kur'an'ın birçok ayeti Kainat ve İnsan kitabına dikkat çekip okumamızı öneriyordu. “Gökyüzünden yağan yağmurun, ölmüş kurumuş yer yüzünü baharda nasıl canlandırdığını, gece ve gündüzün ve mevsimlerin oluşumunu, bahar mevsimiyle birlikte sunulan meyve ve sebzelerin canlıların ihtiyacı için yaratıldığını, yararlanılan hayvanların Allah'ın insana bir lütfu olduğunu, İnsan hangi şeyden yaratıldığına bakmasını, nasıl basit bir sudan düşünen, konuşan, vicdan ve akıl sahibi harika bir canlıya dönüştüğünü, Allah'ın yer yüzünde nasıl yaratmaya başladığına, göklerde ve yerde Allah'ın birçok ayetleri olduğuna bakmamızı sağlayarak kainat kitabının okunmasına dikkat çekerek; İç içe olduğumuz fakat alışkanlık ve gaflet perdesiyle çoğu zaman yeterince düşünüp sorgulamadığımız olay ve olgulara ibretle bakmamızı ve bunların Allah'ın birer mucizevi kudret eseri ayetler olduğunu hatırlatarak, bizi sürekli düşünmeye, sağlıklı bakış açılarımızı örten perdeleri kaldırarak sıradan olayların ötesine geçerek tevhide ulaşmamızı ve inanç dünyamızı yeniden kurmaya, Allah'ın yaratılış ayetlerini inceleyip araştırmaya sürekli davet ettiği halde; Maalesef biz bu ayetleri yeterince okuyup gereğini yapamadık. Allah'ın ayetlerini hep eksik okuduk. Bu üç kitabı birlikte okuyunca gerçek alim oluyordu insan. Bu nedenle Allah, Kur'an'da buna dikkat çekerek, Allah'tan en çok alimler korkar(hayret-haşyet anlamında) diyordu. Fatır suresi 27-28.Ayetlerde; “Görmez misin, Allah'ın gökyüzünden nasıl su indirdiğini (ve toprağı nasıl dirilttiğini) Böylece biz onunla, renkleri değişik meyveler çıkardık. Dağlardan da beyazlı, kırmızılı, renkleri farklı ve siyahlı (çeşitli madenlere ulaşan) yollar. (kıldık) İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise, Allah'tan ancak alim olanlar (yaratılış sırlarını ve sorumluluklarını çok iyi kavrayanlar) içleri titreyerek-haşyet- korkar. Şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır ve bağışlayandır.” Kur'an'da bir çok yerde “renkleriniz ve dilleriniz de birer ayettir” diyordu Rabbimiz. Allah bu ayetlerle canlılar alemini inceleyen Biyolojiyi, insani ve sosyal bilimleri, semayı inceleyen astronomiyi öğrenmemizi istiyordu. Gerçek bir alim ancak öyle olunurdu. Medreseler, İlahiyatlar dini okullar ve genelde İslam alemi, Allah'ın sözlü Kitabı olan Kur'an ayetlerini açıklayan tefsir, hadis, vb. ilimlerle daha çok uğraştılar; fen bilimlerini ihmal ettiler. Böylece Bilimsel gelişmelere yabancı oldular, taassup ve kaba softalık gelişti. Müslümanlar bilim ve teknolojide gelişmeler gösteremedikleri için de diğer milletlerin istilasına ve sömürüsüne kurban oldular. İşin bir acı tarafı daha var ki, yine İslam dünyası olarak, batı tarzında bir toplum kurma adına giriştiğimiz tüm modernleşme hareketlerinde Kur'an'ı bir köşeye koyduk, Onu Camiye hapsettik, dinden ve Kur'an hakikatlerinden uzak bir anlayışla ve sadece fen ve felsefeyle uğraştık. Yani Allah'ın yaratılış ayetlerini açıklayan fen bilimlerini, Allah'tan bağını kopararak öğrendik, birer İlahi ayet niteliğinde mesajları göremedik, fen bilimlerine anlamsız kuru bir bilgiler olarak baktık ve ezberledik. Bunun cezasını da çektik. Çocuklarımız dinden uzak, batak bir hayata daldılar, dine şüpheyle baktılar, İslam dünyasının düşmanlarının da çok hoşuna gittti bu durum, hemen işe koyuldular, İslam ülkelerini terör, bölücülük ve kan gölüne dönüştürdüler. Gerçek bilim de yapamadık. Öz benliğinden, inancından ve kültüründen kopan bir nesil başarılı olamazdı ki zaten. Dünyamızı mamur edemediğimiz gibi ahiretimizi de sıkıntıya sokmuştuk. İlimleri dini ve dünyevi diye ayırmaya gerek yoktu. Bu üçünü ayırdığınızda zihin parçalanıyor ve hakikati bulamıyordu insanlık. Bugünkü modern bilim bu bütünlüğü parçalamıştır. Bu nedenle yolunu bulamıyor, tereddüt ve şaşkınlık içindedir. Modern bilimlerin dini bilgiyi ilim olarak kabul etmemesi başlı başına bir pozitivist yaklaşım ve problem olarak insanlığı anlamsızlık girdabına itmişti. Maalesef bundan biz Müslümanlar da etkilendik. Dini bilgiyi ve fen bilgisini ayırdık. Medereselerde fıkıh, tefsir, vb. dini bilgi okuttuk, okullar da sadece fen dersleri okuttuk, kopuş da böyle başladı. Halbuki aklın nuru funun-u medeniyedir (fenler); kalbin ziyası ise ulum-u diniyedir.(din ilimleri) İkisinin imtizacıyla(birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. Sadece fen ilimleri okuyanlar dinde şüpheci, sadece din ilimleri okuyanlar da gelişime kapalı ve tutucu olabiliyorlardı. 10. yy. Bağdat, Halife Memun zamanında, Müslümanlar aldıkları ülkelerin kütüphanelerinde Yunan-Grek kültür eserleriyle (Aristo, vb.) karşılaşınca ne yapacaklarına karar veremediler. Bir kısmı tercüme edelim bir kısmı da bu küfür kitaplarıdır yakalım dediler. Halife Memun, iki cephe olan bu alimlere, iddialarıyla ilgili rapor hazırlama görevi verdi. Birinci gurup ilim ehli, Çin'de de olsa alın hakikatiyle, kitapların tercüme edilmesinin vacip olduğunu söyledi, ikinci grup da kafa karıştırır gerekçesiyle haramdır şeklinde rapor verdi. Halife Memun hemen tercüme edilsin kararını verdi. O günün şartlarında dünyanın ilim merkezi sayılacak Beytül Hikme'yi (hikmet evi) kurarak, burada tercümelere başlattı. Her tercüme kitap ağırlığında mütercimlerine altın verdi. Böylece Endülüs ve İslam medeniyetinde önemli bir adım atılmış olmuştu. İslam toplumları olarak, farklı tarihsel dönemlerde iniş ve çıkışlarımız hep oldu. Dinizi doğru anlayıp yaşadığımızda hep terakki edip ilerledik. Kur'an'a aykırı yaşadığımız dönemlerde ise bağnazlık ve cehalet bataklıklarında süründük. Peygamber döneminde yaşanan asr-ı saadeti ve tarih içerisinde kurduğumuz Endülüs İslam medeniyetini yeniden ihya edecek, insani ve medeni erdemler, medeniyetimizin genlerinde açığa çıkmak için beklemektedir. R.Garudy'nin dediği gibi, bize düşen görev, atalarımızın yaktığı ateşin külleriyle avunmak yerine, küllerin altında duran kor ateşi alevlendirecek odunlarla ateşi yeniden tutuşturmaktır. Selam ve sevgilerimle.
Bünyamin BAYRAM Maarif Müfettişi Eğitim ve Denetim Uzmanı YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 14 Aralık 2024 Suriye nereye gidiyor?06 Kasım 2024 İlahiyatçıları/din adamlarını dinlerken ölçüleriniz olmalı07 Ekim 2024 Kur'an'ın, Tevrat, İncil ve Avesta'dan farkı02 Eylül 2024 Üç kutsal din Sümer efsanelerinden mi alındı?
|