Toplumları Bozan Yöneticiler ve ÂlimlerdirAslında bu köşede “vasat” nedir, “ vasat kişi” kime denilir, onun üzerinde bir yazı yazmayı düşünüyordum. Ama baktım ondan önce temsil pozisyonunda yer alan yöneticileri ve alimleri yazmasam konu kadük kalacak ve etliye sütlüye dokunmayan bir yazı olacaktı. Okuyucularım için bir sonraki yazım inşallah “vasat” ve “vasatlık” üzerinde olacaktır. Bu satırları yazan fani, Türkiye'nin sayılı kurumların başında çalışan birçok kişiyi tanıdı. Kimi bürokrattı, kimi siyasetçiydi ve kimi de akademisyen ve entelektüeldi. Çoğu meşhurdu ama reçeteleri sıradandı. Diplomaları ve kurumsal kimlikleri sayesinde vardılar. Genelin içinde özeli, özelin içinde genele vakıf olmadan insanlara hükmediyorlardı. Eğer unvanları olmamış olsaydı yeryüzünde dikili bir ağaçları olmazdı. Zaten ortada bir meyve olmadığına göre söyleyecek bir söz de bulamıyorum. İnsan, hangi unvana sahip olursa olsun önce fani ve beşeri bir varlık olduğunu unutmamalıdır. Bir “beşer” olarak dünyaya gelen insanın yeryüzündeki macerası bitmiş değildir. Her yeni doğan bebek, beşeriyetten insanlığa doğru yolculuk yapar. Devlet, aile ve toplumsal kurumlar onun için ortaya çıkmış ve çeşitli normlar onun için söz konusu olmuştur. İnsanın eşref-i mahlûkat seviyesine çıkması için her daim kendisini tamir etmesi ve tamamlaması gerekiyor. Varlık olarak insan henüz mükemmel bir donanıma ve nihai bir forma kavuşmuş değildir. İnsanın insanlaşması ancak tekâmül aşamasıyla mümkündür. Eskiler buna “seyr-u süluk” yolculuğu derlerdi. Hepimiz çevremizde birçok insanı görür ve tanışırız. Kimileri ile yollarımız kesişir ve bazen bu yol mezara kadar, bazen de saniyeler kadar kısa ömürlü olabilir. Kavganın, savaşın sebebi insanın bir türlü bu beşeriyet aşamasını aşamamasıdır. Peygamberler, büyük bilge düşünürler bunun için gelmişler ve insanları irşat etmeye çalışmışlardır. Eğer insanoğlu bu kutsal yolculukta yüreğini sanata, doğaya, seyahate ve emeğe adamış olsaydı bugün yeryüzü çok daha farklı bir yer olurdu. Günümüz insanını hiçbir şey tatmin etmiyor. Adeta bir dilenci gibi ne versen almaya teşne bir yaratık gibi davranıyor. Çünkü sosyal sistem sayesinde toplumda görünür olmanın tek bir yolu vardır, o da maddi şeylere sahip olmak! Sahip olmak, adeta toplumda tek muteber akçe olmuştur. Onun dışında hiçbir değerin görünür olması istenilmiyor. Onun için toplumda herkes rakibini geçmek için her yolu mübah olarak görüyor. Hatta sistem bireyleri o kadar özendirmiş ki “bal tutan parmağını yalar” atasözünü hüsnü zan olarak görüyor. Maddi nesnelere sahip olma duygusu, sistem tarafından özendirilip taçlandırıldığı için herkes nesneler içinde yüzen insanları zengin sanıyor. Oysa aslında onlar zengin değildirler. Onlar kendilerini bize zengin oldukları inandırılmış yoksul insanlardır. Onların ruhlarına inip kazı yaparsanız, nasıl fakir olduklarını görürsünüz. Adam belli bir yaşa gelmiş, her türlü unvana ve maddi şeylere sahip olmuş, ama gözü hala parada, mevkide ve unvanda. Çünkü yaşam boyunca hep almaya çalışmış, insanlık için hiç bir risk üstlenmemiş ve paylaşımda bulunmamıştır. Soruyorum; “böyle bir mahlûkattan güzellik sadır olur mu? ” veya toplum medenileşir mi? Aslında bu tip insanlar her zaman dilenci konumundadırlar” İki vadi dolusu altın verseniz üçüncüsünü de isterler.” Devlet aklı bu durumu bildiği için serveti vergilendirir ve insanları ortak bazı değerlere yönlendirir. Onun için akıllı bir devlet sistemi bazı şeyleri dizginler. İyi ve güzel olan şeyleri özendirir, insana ve çevreye zararlı olan şeyleri ise yasaklar. Dünyaya güzellik katmaya çalışan insan ile sahip olmaya çalışan insan arasında derin farklar vardır. Birisi size bir şeyler katmaya çalışırken, diğeri sizlerden bir şey çalmaya çalışır. Siz, ‘siz olun' sizden bir şeyler aşırmaya çalışanlardan beri olun! İyi bir yönetim ve yönetici için temel ilkeler aslında bellidir. Hangi iş olursa olsun, önce o iş ile ilgili niyetimiz (Batılılar buna “strateji” derler), ardından kapasitemiz ( para, makine ve bilgi) ve nihayetinde çeliklenmiş bir irademizin (cesaret, fedakârlık ve kararlılık) olması gerekiyor. Bunlar olmadan bütün uğraşlar, planlar, stratejiler havada kalır. Bazen bir işi idare edebilmek için sadece bilgi sahibi olmak yetmez, bilgiyi harmanlayıp özümsemek de lazım. Aksi takdirde bilgi yük olur. Bir yöneticiden aranan sadece bilgi olmamalıdır. Bunun yanında olaylar karşısında duruş, kararlılık ve temsiliyet başta gelen meziyetlerdir. İyi bir yönetim sistemin temel kuralıdır: Yönetilen bir kişiyi başkalarına “yönetici” olarak a t a y a m a z s ı n ı z!.. Atandığınız takdirde o toplum çürür. Bununla ilgili literatürde çok az istisnai durumlar söz konusudur. O da Taylor'un fordist seri üretim dediğimiz sadece fabrika bandında geçerli olduğudur. Bir yerde işlerin doğru gitmesini istiyorsak, o işlerle ilgili mutlaka bazı meziyetlere sahip kişileri bulup atamamız gerektiği ortadadır. Aksini beklemek, eşyanın ruhuna aykırıdır ve bütün uğraşlarımız berhava olur. Örneğin karar vermekte zorlanan kişileri hakem/hakim olarak tayin ederseniz, orada adaleti tesis edemezsiniz ve adaleti öldürürsünüz. Sevk ve iradeden yoksun bir insanı karargâha “komutan” olarak atarsanız savaşı kazanamazsınız. Temsil gücü olmayan bir kişiyi vekil yaparsanız, halka ve hakikate değil çıkarlara göre davranıyorsunuz demektir. Başka bir tabir ile hakikatin skalasını değerlendirmekten mahrum olan birisini yönetici olarak atayamazsınız. Atadığınız takdirde istenilen stratejiyi ve sinerjiyi üretemezsiniz !.. Atama makamında söz sahibi olan bir yönetici insan sarrafı olmalıdır. Bugün ülkemizde kamudan eleştiri konusu olan sadece ehiliyet, liyakat ve sadakat kültürünün eksikliği değildir, ayrıca aşırı meslek taassubunun da kurumları işlevsiz kıldığı unutulmamalıdır. İyi bir yönetim, hücre entropisi gibi çalışır. Bazen içsel zararları ayıklar ve dışarıya atar ve bazen de dışarıdan faydalı olan girdileri içeriye alır ve sistemin yaşamasına imkan sağlar. Yoksa yönetimde körlük olur. İkinci konu ise düşünen, üreten ve toplumun manevi taşıyıcısı olan bilgelerin, alimlerin ve akademisyenlerin olay ve olgular karşısındaki düşünce sığlıkları ve suskunluklarıdır. Türkiye, entelektüel alanda bir çöldür. Bunun sebebi eğitim ve idari sistemimizden kaynaklanıyor. Ezbere dayalı bir eğitim sistemi var olduğu için özgür ve sorumlu bireyler kolay yetişmiyor. Sistem, özgür ve özgün düşünen bireyleri içselleştiremediği için özgüveni yüksek olan bireyler kolay çıkmıyor. Alim ve sanatçıların bir toplumdaki varlıkları, o toplumun zenginliği demektir. Ancak düşünen, tartışan ve sorgulayan bireylerden müteşekkil bir toplum gelişir ve medenileşir. Eleştiri bir toplumun zihniyet bahçesinin dölleyici arısıdır. Ondan mahrum bir toplum köleleşir ve çürür. Eleştiriyi özel hayatla ve hakaretle ilişkilendirmemek gerekir. Alimler, aydınlar, entellektüeller, şairler verili bilgilerle konuşmazlar. Onlar, aklın süzgecinde geçmeyen şeyleri hakikat olarak pazarlayamazlar. İdeolojik ve cemaatsı grupların sözcülüğünü üstlenmeleri varlıklarını tartışma konusu eder. İyi bir düşünür, hakikatin hilafına aykırı bir söylemde bulunmaz. Bizim sistemimizin en kötü tarafı zeki, bilgili ve adil insanları bulup sisteme dahil etmez. Uğraşmaz. Adeta bunları nasıl emile edeceği üzerinde kurulmuştur. Gelişmememizin ana sebebi budur. Her şeye, özellikle, ideolojik ve inanç bazında olaylara bakışımız bizi köreltmiştir. Bir toplumun güzel bir şeyi referans alması, o toplumu ileriye taşır. Kötü bir şeyde ısrar etmesi ise o toplumu geriye götürür. Yanlış strateji, insanı bozduğu gibi sistemi de bozar! Bir toplumu ayakta tutan iki ana damar vardır. Yöneticilerin niteliği ve düşünürlerin kapasiteleridir. Bu iki unsur toplumun geleceğini belirler. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri değildir. Arabistan yarımadası ile İskandinav ülkeleri arasındaki fark bize bunu yeterince kanıtlıyor.
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi22 Aralık 2023 Konaktan Barınağa Bir Yerel Yönetim Klasiği (!)29 Ekim 2023 Demokrasi İle Taçlandırılmış Bir Cumhuriyet29 Eylül 2023 Siyasetin Sahası: Özel ve Kamusal Alanın İnşası
|