SEYYAHLAR VE TARİHÇİLER ARASINDA HAYATA VE İNSANA BAKMAKSon zamanlarda daha çok seyahatname türü kitapları okumaya çalışıyorum. Toplumun ne düşündüğünü fazla kaale almadan; slogan ve ideolojik körlüğün peşinde koşmadan, sadece gerçeğin peşinde iz sürülmesi gerektiğini ve başkalarının da farklı inanç ve fikirler sahibi olabileceklerini düşünerek pandemi sürecinde daha fazla bu tür kitaplar okumaya gayret sarf ediyorum. İnsan sevgisi üzerine inşa edilmeyen hiçbir şeyin kalıcı olmadığı, insanı özgürleştiremeyeceğini ve yaşamın kutsallığı dışında hiçbir şeyin değerli olmadığına inandığım için bu tür kitapların daha fazla okunması gerektiğine inanıyorum. Çünkü hayat kısa ve insanlık hikayesinin öyküsü ise uzundur. Bu arayı doldurmanın yolu biyografiler, seyahatnameler ve benzeri eserleri okuyarak ancak kısmen doldurabiliriz diye düşünüyorum. Seyyahların tarihçilere göre olaylara daha objektif bir perspektifle yaklaştıkları ve onlar gibi önyargılı ve ters perspektif ile yaklaşmadıklarını itiraf edebilirim. Onun için seyahatname türü kitapları okumayı seviyorum. Çünkü Seyyahlar somut bilginin peşinde iz süren birer avcı gibidirler. Heybelerinde çoğunlukla sadece sahih olan bilgileri taşımaya çalışırlar. Beslendikleri membaalar, diyarlar hep farklıdır. Tarihçiler gibi tek bir menbaadan beslenmezler. Tarihçiler bağlı kaldıkları sarayın onlara neler kazandıracakları şeylerin peşinde koşarken, onlar; dağları, nehirleri, çölleri, şehirleri aşarak heybelerinin gözelerinde gezdikleri yerlerin mimarisini, doğal bitki örtüsünü, tarihi geçmişini, toplumun etnik yapısını, sosyo-ekonomik örgütleme stilini, dini ve mezhebi yapısını, insan karakterlerini, yemek ve beslenme çeşitlerini, kadın-erkek ilişkilerini, cinsel ve ahlaki tutumlarını, giyim ve kuşam kültürlerini ve benzeri bir çok şeyleri korkusuzca taşımaktan çekinmezler. Örneğin İbn-i Battuta olmasaydı İslam diyarları, Marco Polo olmasaydı ipek yolunun hikayesi, Evliya Çelebi olmasaydı Osmanlı toplumsal yapısını tam olarak bilebilir miydik? Seyyahlar doğaları gereği hoşgörü sahibi insanlardır. Tarihçiler gibi tarihi günümüze getirmezler. Tarihi kutsayarak geleceği de inşa etmeye çalışmazlar. Gördüklerini, duyduklarını bize aktarmaya çalışırlar. Tarihi sadece tecrübe edilmiş yanlışlılara, bağnazlığa ve sefilliğe giden yola düşmemiz gerektiğini bir ibretlik vesika örneği olarak bize sunarlar. Bizleri hem geçmişin tortularından hem de geleceğimizi gaspetmeye çalışan yanlış idarecilerin zihinsel tutumlarından ve tuzaklarından korurlar. Seyahatnameler, bizleri kendi çağımızdan alıp insanlığın birikimine götüren önemli yapıtlardır. Başka bir değişle; bizleri tarihin belli dönemine hapsetmeye çalışan verili tarihin tahakkümüne karşı koruyan, özgürleştiren ve insanlığın evrensel vicdani miheng taşlarıdır. Onun için mühimdirler. Josaphat Barbaro'nun “Anadolu ve İran'a Seyahatnamesi” de bu tür kitaplardan birisidir. Seyyah ve aynı zamanda diplomat olan Barbaro aynı zamanda iyi bir gözlemcidir. Aktaracağım olay, 1487 yılında Akkoyunlu Devleti'nin kurucusu Uzun Hasan'ın hükümdar oğlu olan Halil'in zamanında geçmiştir. Ünlü seyyahımız Tebriz' de bir olaya şahit olur. Bu olayı seyahatnamesinin notları arasına alır, fakat yanlış tevil eder, ama olayı olduğu gibi aktarır. Bir gün derviş olarak bilinen ve “Hacı” denilen bir adam, zengin bir tüccar sayılan bir Hristiyan sarrafın dükkanına gelir. Sarrafın Hristiyanlıktan vazgeçip Müslüman olmasını ister. Sarraf, adama; kendi inandığı dinden hoşnut olduğunu ve vazgeçmeyeceğini ve yumuşak bir lisan ile yakasını bırakması ricasında bulunur. Derviş Hacı denilen adam ise orada kılıcını çekip sarrafı öldürür. Suç mahallinden kaçar. O sırada Hristiyan sarrafın oğlu olayı duyar ve dükkana koşar. Babasının öldürülmüş olduğunu görünce doğrudan saraya gider. Padişaha her şeyi olduğu gibi anlatır. Padişah, bu hadiseden dolayı muhafızlarına adamı yakalamalarını emreder. Muhafızlar iki günlük aramadan sonra bir kasabada Derviş Hacı'ı yakalayıp hükümdarın huzuruna getirirler. Padişah, Derviş Hacı'ya dönerek: -“Ne zamandan beri Muhammed'in dinini yaymanın töresi adam öldürerek sağlandığı görülmüştür !” der. Hançerini ister. Kendi elleriyle öldürür. Cesedini sokağa atıp köpeklerin yemesini emreder. Ahali toplanır. Uzun Hasan'ın türbesinin mütevellisi ve hastahanenin yöneticisi olarak tanınmış saygın kişisi olan Derviş Kasım'ın yanına giderler. Ondan Derviş Hacı'nın naaşını “köpekler yemesin” diye defin edilmesini isterler. O'da ahalinin rızasına uygun bir şekilde cesedinin kaldırılıp defin edilmesi emreder. Bu haber saraya tez ulaşır. Padişah, muhafızlarına Derviş Kasım'ın yakalanıp huzuruna getirmelerini emreder. Derviş Kasım'ı getirirler. O'na döner ve der ki: “Benim emrime aykırı hükmetmeye nasıl cesaret ediyorsun?” der ve muhafızlara öldürmelerini emreder. Ahaliyi de suçlu görüp emrin dışına çıkmasını suça iştirak olarak görür ve şehrin yağmalanmasını ve belli bir vergi ödenmesini emreder. Dediği yapılır. Yöneticiler için seyahatname türü kitaplar zenginleştirici ve öğretici siyasetname bilgilerini içerirler. Doğu tipi devlet geleneğinde teorik bir siyasi doktrin alt yapısı olmadığında iyi bir yönetimin tesisi için seyyahların seyahatnameleri önemli bilgi hazinelerini kapsarlar. Bu hadise önemli bir ibretlik dersidir. O dönemin müslüman yöneticileri “ötekilerin hakları” ihlal edildiğinde ne kadar hassas ve adil olduklarını bu tür kitaplardan öğreniyoruz. İslam diyarlarını gezen seyyahlar caminin, havranın, kilisenin, ateşgedenin yan yana olduğunu gördüklerinde şaşıyorlardı. Oysa bizler pek şaşırmıyoruz. Çünkü o dönemde İslam'ın hükmettiği diyarlarda” kimse kimseyi inancından dolayı hor görmezdi ve düşman olarak da telakki etmezdi.” Son yüzyılda vuku bulan bu olgular , batının ulus/devlet modelinin bir sonucu olarak bu topraklarda peyda oldukları aşikardır. Tek din, tek dil, tek millet, tek ideolojik bakış açısı, batı düşüncesinin bir tezahürü olarak ,modernleşme ile birlikte bu topraklara girmiş ve örgütlü bir yapı tarafında topluma dikte etmeye çalışılmıştır. Günümüze baktığımızda İslam dünyasında yanlış dini yorumların ve uygulamaların Batılı insanların gözünde İslam'ın neye tekabül ettiğini üzülerek görüyoruz. Fütuhat felsefesinin İslam'ın değil, sultanların bir maslahatı olduğunu maalesef bir türlü göremiyoruz. İslam'da savaş hiçbir zaman hayatın varlık gerekçesi olmamıştır ve hep istisnai bir durum olarak gelmiştir. İslam'ın temel amacı “insanı yaşatmak ve onu maddi ve manevi bağlılıklardan kurtarıp özgürleştirmek” iken, Emevilerden bu yana hep yanlış yorumlanıp gelmiştir. Sanki İslam, imamların ve sultanların dini olarak gelmiştir. Oysa İslam barış ve esenlik dinidir. Maalesef günümüzde yanlış tevil ve tefsir edilerek; insanları öldürmek, zorla dinlerini değiştirmek ve düşünme hürriyetlerini engelleyerek cennete gidileceğini düşünen cahiller grubunun ritüel yaşam anlayışına indirgenmiş bir haldedir. Bu en çok tevhidi gerçeğe zarar vermektedir. Benim İslam'da veya insanlıktan anladığım şey; güzel ahlak sahibi olmaktır. Sözlerimi güzel bir derbi mesel ile bitirmek istiyorum. Bir gün bir bilgeye, “insan nedir?” diye sormuşlar. O da demiş ki: İnsan; “İyi ahlak” sahibi ise “1” eder. “Yakışıklı” ise bir sıfır ekleyin “10” eder. “Varlıklı” biri ise bir sıfır daha ekleyin “100” eder. “Soylu” birisi ise bir sıfır daha eklerseniz “1000” eder. Fakat, ”Ahlak” olan bir “1” giderse geriye sıfırlar kalır!... Geriye bol sıfırlı bir hayatın kalmasını istemiyorsanız şayet “güzel bir ahlak”a sahibi olmak yeterlidir. Güzel ahlak sahibi olmak ise; kötü, çirkin ve zararlı olan eylemlerden kaçmak, kendisi için istediğini başkaları için de istemek ve hangi mesleği icra ediyorsanız o işi hakkıyla yapmaktır. Gerisi teferruattır. Not: Okuyucularımın Ramazan Bayramını kutlar, sağlıklı ve huzur dolu günler dilerim. YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 25 Kasım 2024 ÖLÜMCÜL KİMLİKLER ve ŞAHSİYETİN ÖLÜMÜ15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi22 Aralık 2023 Konaktan Barınağa Bir Yerel Yönetim Klasiği (!)29 Ekim 2023 Demokrasi İle Taçlandırılmış Bir Cumhuriyet
|