ÖLÜMCÜL KİMLİKLER ve ŞAHSİYETİN ÖLÜMÜİnsan bir fikre, bir inanışa, bir davaya veya felsefi bir görüşe sahip olabilir. Fakat sahip olduğu kimliği başkalarına dayatma hakkına sahip değildir. Bu insan olmanın ve demokrasinin ilk altın kuralıdır. Fransız filozof Roland Barthes'in bu mahalde meşhur bir sözü vardır: “faşizm konuşma yasağı değildir, bir şeyi size zorla söyleme mecburiyetidir.” Kimlikler, beşeriyetin/ türler dünyasının bize birer armağanıdırlar. Fakat insan olmanın vasfı değildirler. Kimlik, insanın kendi fiili eylemlerinin bir sonucudur. İnsanın gerçek kimliğini oluşturan şey onun doğaya ilave ettiği sanatıdır. Doğuştan gelen veya sonradan kazanılan kimlikler yeterince bizi tanımlayamazlar. Bunlar görüntüdür ve sonradan bize giydirilen gömleklerdir. Kimlik cinsler aleminde bir nevi kabukturlar, öz değildir. Evrensel değerler üzerinde inşa edilmeyen bütün kimlikler lokaldir. Bir dile, bir ırka veya doğumdan dolayı kazanılan bir özelliğe dayalı kimlikler özü itibariyle bizi yeterince tanımlayamazlar. Bu tür kimlikler ikincil değerde kimliklerdir ve yereldirler. Irka, soya dayalı bir kimlik insaniyete değil “zoolojiye” ait bir özelliktir. Çünkü insan bir ırk kavramı ile tanımlanmayacak kadar büyük mahiyet taşımaktadır. Bir kimliği “etnik” unsur üzerinde inşa ederseniz, o kimlik yerel kalmaya mahkumdur. Farklı etnik yapıların olduğu bir dünyada etnik temelli kimlik; ayrışmaya, çatışmaya sebebiyet verir. Bazı medeni ülkeler bunu öngördükleri için subjektif değerler üzerinde vatandaşlığı tanımlamışlardır. Kültür ve soy bağlamına dayalı objektif kimlikler hep çatışmaya, lokal kalmaya ve evrensel değerlerden mahrum kalmaya mahkumdurlar. Bir insanı doğduğu şehre, bölgeye, dine, dile, cinsiyete, etnisiteye ve statüye göre değerlendirirseniz varacağız yer bir gayya kuyusudur. Şahsiyetin görünürlüğü, “kimlik” veya “batını alem”e bakarak değerlendirilmez. Kişinin olay ve olgular karşında sergilediği eylemlerine bakarak değerlendirmek gerekir. Şahsiyetin görünürlüğü objektif/zahir değerler üzerinde okumak gerekir. Aksi takdirde iyi niyet okumaları olur ve bütün iyiniyet okumaları önyargının birer unsurlarıdır. Şeriat/ hukuk, batını /soyut delillere bakmaz, zahiri/somut delillere bakar. İdeolojiler, inanışlar, kabul görmüş kalıplar, izler, simgeler, semboller insanları aynileştirdikleri gibi aynı zamanda ayrıştırırlar da. Kimlik savaşlarının yaşandığı bir yerde “öze” ilişkin meseleler konuşulmaz “tali” olan şeyler gündemi işgal eder. Öz kabuk olur, kabuk öz olur. İnsanlık beşeriyet dairesinde debelenip durur. İnsanların çoğunluğu kendi kimliklerinin tutsağıdır. Böyle olan insanlar evrensel ve insani değerleri önemsemezler. Oysa tekamülün özü kabuktan / beşeriyetten çıkıştır. Günümüz insanını tanımlayan şey görüntüdür. Görüntü, kitlelerin afyonudur. Onun için liderler kendilerine bağlı kitleleri oluşturmak için görüntüye ve kendilerine kutsaliyet ve güç kazandırmak içinde büyük mabetler, şatolar, saraylar inşa ederler. Mimarlık sadece bir imar faaliyeti değildir, bir meydan okuma, güç/otorite gösterme sanatıdır. Şahsiyetin oluşumu ile ideolojik kimliğin oluşturduğu şahsiyet birbirinden farklıdırlar. Şahsiyet, kendine ait olmayı yeğleyen bir kimlik iken ideolojik şahsiyet ise sonradan oluşturulan, fıtrata yapay olarak eklenen verili bir kimliktir. İdeoloji şahsiyeti öldürür. Görüntüyü/ sembolleri ve kült kültürünü ön plana çıkarır, toplumu aynileştirir ve sürü psikolojisine hapseder. Simülasyon hakikatin yerini alır ve insanlar kendi fıtratlarına yabancılaşırlar. Şahsiyetin ölümü hazindir. Şahsiyetin öldüğü bir yerde ehliyet ve liyakat kaybolur. Artık herkes askerdir. Gelişme ve ilerleme sekteye uğrar, toplum içten içe çürümeye başlar. Medeni toplumlar onun için şahsiyetin görünür olduğu “özel alan”a müdahil olmazlar. Bireyin kendi kimliğini geliştirdiği ve sergilediği -mahrem alanı- korumaya çalışırlar. İdeolojiler, şahsiyetin düşmanıdırlar. İdeolojiler, keskindirler ve mutlak hakikati kendilerinin temsil ettikleri iddiasındadırlar. Bundan dolayı her alana müdahalede bulunurlar ve bundan dolayı da dogmatiktirler. Özgün bir şahsiyetin oluşturduğu kimlik ise seçicidir, eleştirel, rölatiftir ve sağlam kanıtlara sahip olmadığı müddetçe hakikati temsil ettiği iddiasına girmez. Hoşgörü sahibidir. Merak ve şüphe, eleştirel düşüncenin gıdasıdır. Keşfetmek, ancak merak ile mümkündür. Merak; hayale, hayal ise gerçeğe götürür. Sorgulayan bir bilinç keşfetmek ister. Sorgulamayan bir bilinç ise insani nesneleştirir, yaşamı dar kalıplara hapseder ve dogmatizmi üretir. Dogmatizm, köhnemiş bir düşünme tarzıdır. Geçmişe ve geleneklere yaslanır. Kendisini hep tekrar eder. Merak etmekten kaçınır. Anılarına ve geçmişe yaslanarak var olmaya çalışır. Anı ve hatıraların bizi götüreceği yer mazidir. Mazi ile geleceği inşa edemeyiz. Dirinin gözyaşı ile ölünün dirilmeyeceği ortadadır. Yaşam, hiçbir zaman bir düzlem üzerinde ilerleyemez. İleriye doğru bir adım atmadıkça geriye düşmekten kurtulmanın mümkün olmadığını bilmeliyiz. Onun için her şafak vakti yeni fikirlerin sularına kulaç atmaktan insanlık çekinmemelidir. Bir düşünme paradigması “sorun” üretiyorsa o paradigma sorunludur. O paradigmayı değiştirmeden sorun ortadan kalkmaz. Başkalarının haklarına ve yaşam biçimlerine saygı göstermeyen bir düşünce biçimi sorunlu bir düşüncedir. İnsanı ve hayatı özne alamayan her türlü düşünce biçimi, yaşamı kısırlaştırır ve insanı araçsallaştırır. İnsanı araçsallaştıran her tutum, insanın özgüllüğünü öldürür. Özgüllüğü ve öznelliğini kaybeden bir zihin yaratıcılık vasfını yitirir ve sadece bir militana/müride dönüştürür. İnsanı hiçleştiren her inanç, ideoloji veya felsefi görüş, insanı özne olmaktan çıkarır ve onu köleleştirir. Militan veya mürit kişilik, topluma yeni bir hayat sunmaz. Var olan kimliğe bizi inandırmaya ve dayatmaya çalışır. Şiddeti kendi davasının haklı bir gerekçesi olarak görür ve uygulamaktan çekinmez. Çünkü ona tabi olmayan her şahıs ya haindir yada mürtettir. Mürtedin hakkı da ölümdür. Hayatı güzelleştirmeyen her düşünce biçimi sorunludur. Kendini bir davaya / devrime adayan insanların bakışları dardır. Kendi dışında diğer insanlara yaşam hakkını tanımazlar. Herkes onların kutsallarına /mitlerine inanmak zorundadır. Böyle bir toplumda aslında inanç özgürlüğü de yoktur. Eleştiri kültürünün bulunmadığı bir yerde her şey suret-i haktan görünür. Böyle bir yerde yönetim vardır, hukuk yoktur; mahkemeler vardır, adalet yoktur; inanışlar vardır, ahlak yoktur; okur- yazarlık vardır, insani değerler yoktur. Velhasıl insan çoktur, fakat insanlık yoktur !.. Hayatın her alanında bir paradoksal durum söz konusudur. Şahsiyet sahibi olan bir insan hiçbir görüşe, ideolojiye ve inanışa mutlak anlamda teslim olmaz. Çünkü özgür bir zihin, yerel koşulların ürettiği zihinsel kalıplara kendisini hapsetmez. Kendi iradesi ve reyi olmayan bir şahsiyet başkalarının ürettiği değerlere tabi olur. Tahkiki olmayan her inanış bizi taklidi inanışa sürükler. Böyle bir durumda İbn-i Arabi'nin değişiyle, kişinin tanrısı kişinin aynasıdır. Cennete girmek için başka insanların hayatlarını cehenneme çevirenlerin gideceği yer, bizim inanışımıza göre cehennemdir. Erdemli insanların yolu- dünyayı cehenneme çevirmek değil- dünyayı başkalarına cennet yapmaktır. Onun için “insanı yaşat ki, devlet yaşasın ” demişler.
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi22 Aralık 2023 Konaktan Barınağa Bir Yerel Yönetim Klasiği (!)29 Ekim 2023 Demokrasi İle Taçlandırılmış Bir Cumhuriyet29 Eylül 2023 Siyasetin Sahası: Özel ve Kamusal Alanın İnşası
|