Mevcut Dünyaya Meydan Okumak: Ütopyaİnsan fıtrat olarak hep kendini aşmak ister. İçinde bulunduğu/ yaşadığı mekan ve zamanın dışına çıkmak ister. İnsanın tarihsel tekâmülü ütopya ile başlamıştır. Kendisini sınırlayan engelleyici bağlardan kurtarıp özgürleşmek onun doğasının bir gereğidir. Ütopya, insanı insana “kul” eden bütün esaret biçimlerine karşı bir nevi beşerin düşünsel ve fiziksel kıyamın yolculuğudur. Evrende geleceğin halini tahayyül eden tek canlı varlık insandır. İnsan tahayyül eden, hayal kuran ve analitik düşünen bir varlıktır. O, yaşadığı koşulları değiştirebilen ve yeni koşullara adaptasyon sağlayan yegâne varlıktır. Düşünme ve hayal kurabilme yetisi, ona hep yeni imkânlar ve fırsatlar sunmuştur. Onun için düşünür, hayal kurar ve stratejiler geliştirir. İnsanın bir şeylere sahip olabilmesi için mutlaka bir hayalinin olması gerekiyor. Ütopyası olmayan bir insanın hayatı da olmaz. Ütopya, yaşanılan zamanın kötücül uğursuzluğundan bir tür kaçma eylemidir. Siyasi, iktisadi, beşeri ve düşünsel açıdan sorunlu olan mahalden kaçıp sorunlu olmayan mahala doğru insanın bir nevi düşünsel seyahatidir. İnsanoğlunun en bunalımlı dönemlerinde imdadına hep ütopyalar yetişmiştir. Avcı toplayıcı toplumlardan tarıma; tarım toplumundan sanayiye, sanayi toplumundan bilgi teknolojilere olan yolculuk hep yeni hayaller sayesinde olmuştur. Tanrı devlet anlayışından kral devlet anlayışına, kral devlet anlayışından imparatorluklara ve imparatorluklardan ulus devletlere ve ulus devletlerden globalizme doğru evrilen tarihsel aşama ütopyalar sayesinde yönetim biçimlerini de değiştirmiştir. Politik lisanla monarşizmden oligarşiye, oligarşiden demokrasiye doğru olan tarihsel ilerleme ütopyalar sayesinde olmuştur Ütopyanın kelime kökeni, Grekçe'de “yok yer” anlamına geldiği gibi, “güzel yer” manasına da gelir. Ütopya, bir nevi tasarlanmış “ideal toplum” demektir. Ütopya, “güzel” fakat “varolmayan yer”dir. Ütopyayı besleyen “distopya”dır. Yani içinde bulunduğumuz, yaşadığımız mekân ve zamanın şartlarıdır. Başka bir tabirle ütopya, distopyadan (otoriter /totaliter düşünce ve yaşam kıskacında) kaçıştır. Distopya, varolan mevcut sistem ve koşullardır. Ütopya ise mevcut olan şartlardan ve hallerden kaçıp yeni bir sistem kurmaktır. Distopya haldir; Ütopya ise hayaldir. Biri mevcut yapıyı gösterir, diğeri ise bizi ondan kurtulmaya götürür. Ütopyanın doğası gereği ilk başta teorik zihni bir faaliyettir ve ileri aşamada reel pratizmdir. Onun için bütün otorite biçimleri önce düşünceyi bir sınıra, kalıba hapsetmek isterler. İleri aşamada düşünmeyi ve düşünceyi yaymayı suç kapsamına almaya çalışırlar. Kurulu sistemler kendilerini korumak için kendisinden olmayan farklı düşüncelere ve başka yaşam pratiklerine karşı her zaman koruyucu mekanizmalar geliştirmişlerdir. İşte ütopya değimiz mefküre, bu duruma karşı bir meydan okuma sanatıdır. Sistemler, mevcut durumlarını korumak için olağanüstü emek harcarken zamanın değiştiğini pek fark etmezler. Her türlü eleştiriye, öneriye ve pozitif entropiye karşı hainlik ve hıyanet kavramı ile yaklaşmaya çalışırlar. Kendilerini korumaya çalışırken, kendi akıbetlerinin sonucunu da hazırlarlar. Ütopyalar böyle bir ortamda zuhur ederler ve topluma yeni seçenekler sunarlar. Ütopya, “güzel” fakat “varolmayan ülke”dir demiştik. Ütopyanın parolası ve pasaportu; hayal etmek ve düşünmektir! Ütopya, insanın yeryüzüne adımını atmasından bu yana vardır. Kavramsal olarak ilkçağ filozoflarından bu yana varlığı, tahriri olarak, ilk defa Thomas Moore'nin 16. yüzyılda kaleme aldığı “Ütopya” adlı eserdir. Her ne kadar bu eser, “temel eser” olarak ele alınıyorsa da bildiğim kadarıyla Eflatun'un (Plato) “Devlet “adlı eseri bu alanda ilk eser olarak görülebilir. Tarihsel açıdan insanoğlu çok zengin bir ütopya literatürüne ve birikimine sahiptir. Siyasi, iktisadi, dini ve teknik konularla ilgili çok farklı ütopya eserleri vardır. George Orwell'in “Hayvan Çiftliği” ve “1984 Romanı”, Aldous Huxley'in “Cesur Yeni Dünya”sı, Campanella'nın “Güneş Ülkesi”, Francis Bacon'un “Yeni Atlantis”i, Farabi'nın “El-Medinet'ül Fazıla”sı vb. gibi eserleri sayabiliriz. Ütopya ile tarihsel diyalektik metodu arasında, hayatın yorumlanması açısından ince bir çizgi vardır. Hayatın öğrenmesi açısında ütopyalar ve zıt fikirler öğreticidir. Zıt fikirler, ilk etapta öğrenmeye çalışan beyinler için kavrayışsal anlamda olumlu bir işlev görürler. Fakat ileriki zamanlarda yaşamın derinliği ve gerçeğin içsel bağlantıları açısından düşünmeye negatif ket vurabilirler. Hayat her zaman zıtlıklara açıklanamaz. Örneğin kötülük, iyiliğin zıddı olarak var olmuş değildir. Kötülük varlık olarak tarih sahnesine çıkamaz. Öyle bir iddiası da yoktur. Kötülük; ancak iyiliğin yokluğunda var olur. Çünkü kötülük “özne” değil, “nesne”dir. Varlığı da iyiliğin organize olmamasından kaynaklanmaktadır. Tıpkı ışığın yokluğundan dolayı karanlığın var olması gibi. Başka bir değişle ışığın yokluğundan dolayı karanlık vardır. Yani ışık olmadığı için karanlık vardır. Gölge ile ışık arasında da aynı şey söz konusudur. Işık olduğu için gölge vardır. Gölgenin varlığı kendiliğinden yoktur. Zulüm de öyledir. Zulüm de iyiliğin yokluğundan dolayı vardır. Sonuç olarak iyiliğin bir doğası vardır, fakat kötülüğün bir doğası yoktur. Konuya geri dönersek, ütopya tümel düşüncenin bir ürünü iken, distopya ise tikel bir varlığın ürünüdür. Distopya; tekil ve mevcut üniform kalıpları esas alırken, ütopya ise tümel ve analitik düşünmeyi esas alır. Tikel düşünce genelde yüzeyseldir, sığdır ve verili perspektifler doğrultusunda olay ve olgulara yaklaşır. Tümel düşünce ise analitiktir. Farklı perspektifler doğrultusunda (istişare) olay ve olgulara eğilir. Biri bizi ezberlemiş kalıplara diğeri bizi eşyanın hakikatine götürür. Analitik düşünme, diyalektik düşünme biçimi de değildir. Diyalektik düşünce, “dikotomi” ikilemi üzerinde varlık bulurken, analitik düşünme daha çok sentezleyici bir mantık kurgusu üzerinde varlık bulur. Biri ayrıştırır, diğeri birleştirir. Dikotomi metodu eğitici ve öğreticidir, ama büyük anlamsal düşünme tekniğini öldürür. İlk etapta öğrenmeye çalışanlar için dikotomi faydalıdır. Fakat ileri aşamada kişiliğin kendisini aşmasını ve tekâmüle erişmesine imkân tanımaz. Dikotomi öğretisinde hep zıtlıklar vardır. İyi-kötü, güzel-çirkin, yaşam-ölüm ve benzeri karşıt fikirlerle var olmaya çalışan bir tür düşünme biçimidir. Karşıt bir fikir ile beslenen bir düşünme biçimi ister istemez saldırgan bir pozisyona sahip olur. Saldırgan ve savunmacı bir düşünce metaforu tehlikelidir. Bu tür bir yapıya sahip olan bir oluşumdan “ütopya” çıkmaz. Savunmacı düşünce, insanlığı geleceğe taşıyamaz. Tam aksine insanoğlunu tarihin karanlık çağlarına götürür. Savunmacı düşünce geçmişi hep kutsar. Geçmişi, sorgu dışında tutar ve geleceği, geçmişe hapseder. Toplumun ilerlemesini ve tarihle sağlıklı bir ilişki kurmasını engeller. Mevcut statüko eleştirel düşüncenin ortaya çıkmasına imkan vermez. Toplum böylece evrilerek distopyadan ütopyaya doğru bir seyahate çıkar. Değişim zamanla kendini her yönü ile hissettirir. Zamanı gelmiş bir ütopyanın karşısında hiçbir güç/otorite duramaz. İyi bir yönetim her zaman ütopyalara ve ütopyacılara ihtiyaç duyar. Tarih felsefesi, sanatçılara, zanaatçılara, düşünürlere ve bilim adamlarına değer veren toplumların nasıl gelişip ilerlediklerini ve vermeyenlerin ise nasıl içten çürüdüklerini “ibretlik” olarak bize kendini hatırlatır. Evrende her şey bir hayal ile başlar. Adını hatırlayamadığım bir düşünürün güzel bir deyişi ile sözümü burada bitirmek istiyorum. “Neyin imkânsız olduğunu söylemek zor, çünkü dünün hayali bugünün umudu ve yarının gerçeğidir.”
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 15 Ekim 2024 Asilzade Bir Kadının Hikayesi: Godiva Efsanesi22 Aralık 2023 Konaktan Barınağa Bir Yerel Yönetim Klasiği (!)29 Ekim 2023 Demokrasi İle Taçlandırılmış Bir Cumhuriyet29 Eylül 2023 Siyasetin Sahası: Özel ve Kamusal Alanın İnşası
|