İslam'ı Doğru AnlamakGünümüzde bilim tarihinin kurucusu olarak anılan George Sarton “9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar dünya ilim tarihinde sadece Müslümanlar vardı” demektedir. Özetle İslam ilim merkezlerinden gelmeyen bilimsel bir çalışmanın rağbet görmediğini belirtmektedir. Ancak bu dönemden sonra olmak üzere özellikle pozitif ilimlere bakış açısı değişti ve İslam Dünyası bilim, teknoloji ve fende batının gerisine düştü. Aşağıdaki örnek bunun nedenlerini özetlemektedir: Abdülaziz İbn Suud (Suudi Arabistan'ın kurucusu ve ilk kralı), telefon ve radyo konusunda dönemin âlimlerinden “şeytan icadıdır” tepkilerini alınca, telefondan bir âlime karşı taraftan birinin okuduğu Kur'an'ı dinletmiş; yine radyo yayınına karşı olan bir âlime de Riyad Merkez Camii imamının okuduğu yayını dinletmiş ve Allah'ın kelamını şeytanın taşıyamayacağını belirterek onları ikna etmeye çalışmıştır. Maalesef bu tür örnekler İslam dünyasında hala çok yaygındır. İslam ulemasının pozitif ilimlere karşı tavrının altında yatan sebepler incelendiğinde, aslında sorumlunun din değil, İslam dünyasının dini anlama ve yorumlamadaki yetersizliği olduğu görülmektedir. Peki, bu nasıl oldu? İslam dininin özü ve esası hükmünde olan mana, lafza ve kalıba feda edildi. Yani ilim diye ayet ve hadislerin suret ve şekline odaklanıldı. Ayet ve hadislerin hakiki ve derin manalarına değil, lafız ve suret kalıplarına dikkat edildi. Ayet ve hadislerin manaları İslam dininin özünü ve esasını oluşturur. Ancak, ilim adı altında ayet ve hadislerin sadece yüzeysel şekliyle ilgilenildiği için, onların gerçek ve derin anlamlarına odaklanılamadı ve bu manalardan yeterince yararlanılamadı. İslam'ın altın çağı olarak nitelendirilen dönemden sonra maalesef ilim esas olarak Arapça gramer öğrenmek ve kaynakları ezberlemek şeklinde kendini göstermiştir. Ayet ve hadisler, yalnızca gramer yapılarıyla incelenmiş ya da sadece yüzeysel anlamlarına indirgenmiştir. Böylece asıl mana ve incelikler tamamen göz ardı edilmiştir. Birkaç yüzyıldır İslam dünyasında önceki dönemlerin eserleri sadece şerh edilmiş ve hatta şerhin şerhi yapılmıştır. Bu nedenle çoğu zaman yeniliklere kapanan İslam âlemi ilim üretmede batının gerisine düşmüştür. İslam'ı yanlış anlama ve yorumlamada başka bir husus ise hurafelerin kaynağı sayılan Yunan felsefesi ve İsrailiyatın da etkisiyle, ayet ve hadislerin gerçek özü, ana mesajı ile derin anlamı iyice gizlenmiş olmasıdır. Sonuç olarak, İslam dünyası Kur'an ve hadisleri anlamlandırmada verimsiz bir taklit sürecine girmiştir. İsrailiyatla, Tevrat ve İncil'deki kıssa veya hadiseleri İslam'ın usulü ile karıştırıp Kuranı yorumlamaya çalışmışız. İslam'a giren hurafelerin büyük kısmı, tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'de aktarılan kıssa ya da hadiselerden, yani İsrailiyat'tan kaynaklanmaktadır. Özellikle Yahudiler olmak üzere ehl-i kitap mensuplarının, Müslüman olurken eski inanç, ahlak, tarih ve efsanelerine ait unsurları da İslam'a taşımaları "İsrailiyat" olarak adlandırılır. Bu kişiler, Müslümanların inançlarını yanlış yönlendirerek vahyi insanî düşüncelerle karıştırmalarına sebep olmuştur. Başlangıçta önemsiz görülen bu fikirler zamanla doğru kabul edilmeye başlanmış ve böylece birçok şüphe ve yanılgının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca, Abbasiler döneminde Arapçaya tercüme edilen Yunan felsefesinin mitolojik olan kaynakları zamanla İslam düşüncesine entegre edilmiş ve bazen doğru bilgi yerine körü körüne taklide dönüşen bir anlayışa neden olmuştur. Bu süreçte bazı insanların, bu mitolojik ve felsefi öğretileri temel alarak ayet ve hadisleri açıklama yoluna gitmeleri, bir anlamda dini bilgiye dair yanlış yorumlar üretmelerine sebep olmuştur. İslam'a sonradan karışan hurafeler ve uydurulmuş hikâyelerle ilgili olarak, İslam âlimlerinin bu yanlış öğretileri ayıklamak ve temizlemek için verdikleri mücadele önemli bulunmakla beraber, bu çabaların tam anlamıyla başarılı olamadığı yaşadığımız gerçeklerden anlaşılmaktadır. Özellikle tasavvuf literatüründe bu tür hurafelerin sıkça yer aldığına şahit olunmaktadır. Bu yanlış bilgiler, zamanla Kur'an ve sünnetin üzerine kir, pas veya toz tabakası gibi yerleşmiş ve insanların asli kaynaklardan doğru şekilde faydalanmalarını engellemiş ve dini anlayışlarının bozulmasına neden olmuştur. Kur'an ve sünnette çoklukla mecazi ifadeler kullanılır. Mecaz ifadelerin bulunması, derin ve soyut anlamların daha anlaşılır hale gelmesi amacıyla bir araç olarak kullanılır. Ancak, mecazda ilk anlamın değil, asıl anlatılmak istenen ikinci anlamın dikkate alınması gerekir. Mecazın doğru anlaşılmaması ve doğrudan ilk akla gelen anlamla yorumlanması, hakikate saygısızlık anlamına gelir. Bu ifadeleri hakikat olarak kabul etmek gerçek anlamın kaybolmasına ve yanlış yorumların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sonuçta, özellikle ilmi derinliği olmayan hocalar ve cahil kişiler, mecazı doğru şekilde anlamadıkları için, onu hakikat zannetmiş ve hurafelere kapı açmışlar. Ör. Bir kişinin kuvvet ve cesaretine atıfta bulunmak için “aslan gibi adam” tabiri kullanılır. Bu cümlede mecazi anlamı bırakıp zahiri ifadeyi hakikat olarak kabul edersek o zaman kişinin kuvvet ve cesareti gizlenir ve kişi kuyruğu ve pençesi olan biyolojik görünümlü garip bir mahlukat olarak tanımlanmış olunur. Bu konuya bir başka örnek de yüz yıllarca bize anlatılan Dünyanın öküzle balığın üstünde olduğunu söyleyen hadisin zahiri manasını esas kabul eden hocaların inanışlarıdır. Bu inanıştan dolayı birçok insan da bu hadisin uydurma olduğunu ileri sürerek hadisi inkâr yoluna gitmiştir. Oysa bu hadisten maksat mecaz manadır. Buna göre Hadis, dünya hayatının devamı için en önemli iki kaynağı simgeler. Balık denizi ve onun sunduğu imkânları, öküz ise karayı ve tarımı temsil etmektedir. Burada anlatılmak istenen, insanların geçim kaynakları ve dünya hayatının sürdürülebilirliği için su ve ziraat gibi doğal unsurların hayati önem taşıdığıdır. Bediüzzaman yukardaki hususları değerlendirirken mana olarak şu ifadeyi kullanmaktadır: “Bizi dünya rahatından ve âhiret saadetinden mahrum eden, İslam'ın ışığını söndüren en büyük sebep, yanlış anlamalar ve gerçek olmayan çatışmaların yaratılmasıdır. İnsanlar, dini meseleleri yanlış anlamış ve bu yanlış anlamalar, İslam'ın doğru bir şekilde yaşanmasını engellemiştir”. Toplumdaki din anlayışında hurafelerin önemli yer edinmesi, dinden soğumalara neden olmaktadır. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde dini ve kültürel etmenlerle ortaya çıkan hurafelerin, zamanla toplumlar arasında yayılmak suretiyle günümüze kadar ulaştığı görülmektedir. Müslümanlar arasında da benzer şekilde bidat ve hurafeler ortaya çıkmış ve eski medeniyetlerden, özellikle Babil, Asur, Yunan, Hint ve Mısır gibi toplumlardan İslam'a intikal etmiştir. Ayrıca, Yahudi, Hristiyan, Şaman ve Zerdüşt inançlarından da bazı hurafelerin İslam'a sızdığı da malumdur. Günümüzde özellikle İslami ilimlerde derinliği olmayan bazı zevatın İslam'ı anlamada aklı devre dışı bırakarak hurafe ve uydurmalarla bazı örnekleme yollarına saparak, dini istismar etmek yoluyla din tacirliği yapmaları maalesef özellikle gençleri dinden uzaklaştırmaya, ateizm ve deizm gibi bidat ve dalalete sapmalarına neden olmaktadır. Sebep olan fail gibidir kaidesince bu zevat farkında olarak veya olmayarak aynı hata ve günaha bulaşmaktadırlar. Oysa akıl, Allah tarafından, Allah'ı tanımak ve onun yarattıklarını anlamak için verilmiştir. Akıl, insanın doğru düşünmesini ve sağlıklı muhakeme yapmasını sağlayan bir araçtır. Dünya ve ahiret saadetinin kazanılmasında akıl önemli bir rol oynar, ancak akıl yalnızca doğru bilgiyle yönlendirildiğinde etkili olabilir. Burada, ilmin ve doğru bilgilerin aklı yönlendirmedeki işlevi göz ardı edilmemesi gereken önemli bir kuraldır. "Düşünmez misiniz?" ifadesi, Kur'an'da sıkça geçen bir çağrı olup, insanların akıllarını kullanarak doğru düşünmeye teşvik edilmesini simgeler. Bu, Allah'ın insanlara sadece bilgi vermekle kalmayıp, aynı zamanda düşünme ve akıl yürütme konusunda da onları sorumlu tuttuğunu gösterir. Akıl, bireyin dini sorumluluk taşımasının temel şartıdır. Akli melekelerini kullanamayan kişilerin dinen yükümlü olmadığı, bizzat Hz. Peygamber tarafından teyit edilmiştir. Müslümanların ilerleyip güçlenmesi, ancak Allah'ın bahşettiği aklı kullanmak, düşünmek, öğrenmek, okumak ve araştırmakla mümkündür. Bu yüzden geri kalışımızın asıl sebebini doğru anlamak gerekir: Aklını kullanmayan, okumayan, araştırmayan, taklitle yetinen, geçmişe körü körüne bağlı kalan, sorgulamayan ve düşünmeyen bir toplumun gerilemesi kaçınılmazdır. İlmi derinlikten yoksun olan ve Allah'ın Kâinatı Kevni kanunlarla yönettiğini idrak edemeyen bazı kişiler, çeşitli hurafeler ve asılsız iddialarla insanların dini ve insani duygularını istismar etmektedir. Bu nedenle, her Müslümanın aklını kullanması ve bunu yaparken de rehber olarak Kur'an'ı ve Peygamberimizin sünnetini esas alması gerekmektedir. Bunu yaptığımızda, akıl süzgecinden yoksun gerçek dışı hikâyelerle menfaat sağlayanların niyetleri daha net anlaşılacaktır. Örneğin, bir âlime para vermenin 27 peygambere para vermekten daha faziletli olduğunu iddia edenlerin, kendilerini 27 peygamberden üstün görme gafletine düştüğü açıkça ortaya çıkacaktır. Benzer şekilde bir âlim karşısında saygı ve hürmetle bir an durmanın 150 yıl nafile ibadetten daha hayırlı olduğunu söyleyenlerin aslında o âlimi Allah'tan daha kutsal gösterdiğinin kanıtıdır. Falanca dua, ayet veya sureyi okuyun çalışmadan zengin olursunuz diyen zihniyet Peygamberimizin şu hadisini inkar ettiğinin farkında olmalıdır: İnsanın yiyip içtiklerinin en helal ve bereketli olanı, çalışıp kazanarak elde ettiğidir. Ancak bu kişiler aynı zamanda çalışmadıkları ve din tacirliği ile cahil Müslümanın sırtından geçindikleri için yiyip içtikleri elbette en helal ve bereketli de değildir. Bu zihniyet, Müslümanları cahil, gelişmemiş, sorgulamayan, çalışmayan ve çağın gerisinde bırakarak, inkârcılara mağlup olmasına ve ezilmesine neden olmaktadır. İslam'ın özünden uzaklaşılarak, Kur'an ve sahih sünnet yerine uydurma inanışlar öne çıkması insanları Allah'tan başkasına sığınmaya yönlendirir. Hurafeler, hem bireysel hem de toplumsal anlamda İslam toplumunu zayıflatan ve geri bırakan ciddi sorunlardır. İslam'ın özüne dönmek, hurafelerden arınmak ve aklı ihmal etmeyen bir anlayışı benimsemek, Müslüman toplumların yeniden güçlenmesi için şarttır. Kâinatın yaratılması, düzeni ve idaresi Allah'ın belirlediği kanunlar ve adetlerle (doğa yasaları, fiziksel kurallar) sağlanır. Bu kanunların dışında gerçekleşen olaylar (mucizeler, harika olaylar) ve şekil değişiklikleri ise Allah'ın iradesinin mutlak ve özgür olduğunu, hiçbir sınırlamaya tabi olmadığını gösterir. Bununla beraber bu işlerin neredeyse tamamına yakını adetullah veya sünnetullah dediğimiz kanunlarla işletilir. Buna aynı zamanda Allah'ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriat yani “Evâmir-i tekviniye” denilmektedir. Allah'ın kâinatın nizam ve düzeni için koyduğu tekvini kanunlar da Kudret'i İlahiye tarafından işletilir. Allah'ın irade sıfatının yönettiği ve Kudretiyle işlettiği bu tekvini emirlere kendilerinin müdahale ettiğini söyleyen aklı kıt insanlara itibar edilmemesi gerekmektedir. Dini ilimler kalbi tenvir eder, fen bilimleri ise aklın nurudur. Fen ilimleri fıtratın kanunlarıdır yani yaratılıştan gelen kurallardır. Bu fıtrat kanunlarını yaratan Allah aynı zamanda Kudretiyle de icra etmektedir. Allah'ın kâinata koyduğu kurallardan ibaret olan fen ilimleri aracılığıyla kâinata Allah'ın ilim, kudret ve irade sıfatlarının tecelli ettiği nizam ve intizamlı varlık olarak bakmak, nafile ibadetten daha değerlidir. Çünkü ilim ve tefekkür farz kılınmıştır. Ayrıca müspet ilimlerin her biri neticede Allah'ın bir sıfatına dayanmaktadır. Bu ilimleri inkâr veya kıymetini bilmemek Allah'ın o sıfatının tecelli etmesine karşı bir hezeyan olur. Allah ilmiyle yağmurun nasıl oluştuğunu belirler, iradesi ile o yağmurla ilgili kanunları koyar ve kudretiyle o kanunların icra edilmesini sağlayarak neticede yağmurun yağmasını sağlar. Tüm bu süreçler fen ilimleri ile açıklanır, bu ilimleri inkâr ise Allah'ın ilim, irade ve kudretini inkâr anlamına gelir. Allah'ın kâinatın nizam ve düzeni için koyduğu tekvini kanunları açıklamaktan ibaret olan fen ilimlerini bilmeyen hoca görünümlü cahillerin kâinat kitabını okuyan ve okutan, sırlarını çözen ve her şeyin içyüzünü gösteren bir rehber, bir muallim olan Kur'an'ı anlamaları ve insanlara anlatabilmeleri mümkün olmadığı için onlara itibar edilmesi de cehalet olur. İnsanlık, ahir zamanda bilim ve fenle ilgilenecek, tüm gücünü ilimden alacaktır. Yönetim ve güç ise bilimin kontrolüne geçecektir. Akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur'an hükmedecektir ve hurafeci din tacirlerinin de hükmü kalmayacaktır.
-Bediüzzaman : Muhakemat, 1911-Yıldırım, Leyla - Karaman, Fikret. “Bid'at Ve Hurafelerin Ortaya Çıkış Sebepleri”. Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi 11/2 (Aralık 2020), 471-489.
YORUM YAZIN ![]()
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 21 Mart 2025 Kur'an'ı Yorumlamada Fen Bilimlerinin Önemi06 Haziran 2024 Bilimin gelişimine İslam mı, Müslümanlar mı engel oldu?28 Mayıs 2024 Bilim dine karşı mı? - II15 Mayıs 2024 Bilim dine karşı mı? -1
|