Benim hayatımda iki şehrin etkisi hep belirgin olmuştur.
Birincisi, doğduğum, nefes alıp- verdiğim ve atalarımın yaşadığı şehir Bingöl ve diğeri ise gençliğimin geçtiği Bursa.
Bingöl içinde doğduğum, büyüdüğüm, sularında yıkandığım, buğday tarlalarında koştuğum, ekin ekip biçtiğim, mavi gökyüzüne bakıp damda yattığım, karlı dağlarında yürüdüğüm, ırmaklarında balık avladığım ve annemin o güzel dilinde ninniler dinlediğim şehir. Yani benim aile otağımın şehri!..
Diğeri ise daha annemin dizinde küçücük bir çocuk iken, babamdan duyduğum şehr-i Bursa idi ve babam çokça bu şehirde bahsederdi: Dağa yaslanmış bir şehir, şırıl şırıl akan sular, dallarda öten bülbüller, meyveye durmuş ağaçlar, sakin ve huzurlu insanlar, ilimle hemhal olmuş alimler, evliyalar diyarı…
Böyle bir muhayyile içinde mest olmuş bir insan olarak Bursa'ya hicret ettim. Ömrümün büyük bir kısmı burada geçti. Bursa benim hep ikinci şehrim oldu…
Bu iki şehirde yeşilliğiyle, dağlarıyla, sularıyla, doğal güzellikleriyle sizleri rehin alır, başka âlemlere garkeyler, ruhaniyetli iklimiyle sizleri kendisine hayran bırakır. Sanki bütün bir evrenin buradan başlayıp burada bittiğine inanırsınız. Dağların ötesi ufuktur, meçhuldür, masaldır ve farz edersiniz ki bundan ötesi kâinat yok hükmündedir.
Bu iki şehrin beşeri ve fiziki coğrafyasını gezdiğinizde suyun nasıl ışığa, sesin nasıl müziğe dönüştüğü hissederek yaşarsınız... Cezbe düşmenin alasını burada yaşarsınız! İkisi de edebiyatımızın en müstesna şiirleriyle anılırlar. Birisinde; “Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğunun tenha derelerde, vahşi kayalarda her gün aynı pınardan testisini doldurup çıngırak sesiyle kırlara nasıl açıldığını “Bingöl çobanları” şiiriyle… Diğerinde ise küçük şadırvanda şakırdayan suyun başında sanki bir mucizenin sesiyle hayatının ritmini duyumsayarak bu muhitte yaşayan bir dervişin mütevazi dudaklarında dökülen zikrin terennümü içinde “Bursa'da Zaman” ı hissederek yaşayacaksınız.…
Birinde Fakiye Teyran'ı, Molla Ahmed-i Cezeri'yi diğerinde Barakfakih'i, Emir Sultan'ı görürsünüz. Ben bu iki şehrin manevi havasını da içime çekerek, özümseyerek büyüyecektim. İki şehirde benim şehrim. Birisinde çocukluğum, diğerinde ise gençliğim kaldı. Rüyalarımın en derini bu iki şehirde yaşadım. Evliya Çelebi'nin meşhur sözüyle meramı dillendirirsem; “ Velhasıl benliğim, Bursa ve Bingöl'den ibarettir.”
Hayatın ileri safhasında, dünyanın meşgaleleri nedeniyle, bu iki şehri de geride bırakıp başka şehre hicret etmek zorunda kaldım…
Geriye dönüp baktığımda, dünyayı bir Haylatmos gibi fanilik nazarında gördüğümü söylesem mübalağa etmiş sayılmam. Yaş ilerledikçe, her canlı gibi, yaşadığınız yere daha çok bağımlı olursunuz. Bu iki şehrin hasreti hep yüreğimde hissederek yaşadım.
İşte, bu iki şehrin manevi baskısı altında, gönüllü kulluk söylemlerine esir olmadan, sadece hakikate teslim olmuş bir yolcunun tevekkülü ile yazılarımla sizlerin karşısındayım.
Bu köşeye girizgâh olması temennisiyle, sözlerime başlamak istiyorum.
Benim içinde yaşadığım çağ; değişim ve dönüşümleri çok olan bir çağ olarak bilinir. Bir tarafta ulus-devlet paradigmasının çöktüğü, diğer tarafta yeni dönemin (globalizm) henüz inşa edilmediği, “kaotik” bir ara dönem olarak tanımlamaktadır.
İnsanlık için en zor dönemler, “geçiş” dönemleridir.
Bu satırların yazarına “hangi çağda yaşamak istiyorsunuz?” sorusu sorulsaydı, vereceğim cevap çok netti: Ortaçağ!
“-Neden ortaçağ?” Çünkü pratik hayatın ve saf aklın birlikte hareket ettiği bir dönem olması beni yeterince cezbetmektedir. Ortaçağın günümüz dünyasından farkı, pragmatist ve makyavelist tutum ve davranışların henüz insanlık tarihinde istenilen oranda zuhur etmemiş olması, beni kendisine çeken ana amildir.
Çinliler, bir kişiye beddua ettiklerinde; “zor zamanlarda yaşayasın!” serzenişinde bulunurlarmış. “Zor zamanlarda doğmak”, gerçekte sürprizlere maruz kalmaktır. Yani fırsatların ve risklerin birlikte vuku bulduğu bir zaman zarfında yaşamak, “kader” dediğimiz olgunun ta kendisi olsa gerek. Böylesi bir zaman aralığında yaşamak, bizim kuşak için zor ve meşakkatliydi.
Benim kuşağım, “modernizm”in bitmek üzere olduğu, fakat “postmodernizm”in henüz tamamıyla başlamadığı bir zaman sarkacında dünyaya adım attılar. Önlerinde iki seçenek vardı; ya suyun mecrasına uygun hareket edip akacaklardı, ya da mevcut suyun yatağına meydan okuyarak kendilerine yeni mecralar bulacaklardı. Benim kuşağımın çoğu bu ikinci mecrayı seçtiler. Kurulu düzenin ezberlerine karşı yeni söylemler ve yeni okumalarla geçirdiler hayatlarını. İşte böyle bir dönemde; hayata yön veren siyasi, iktisadi, beşeri konuları ele almaya çalışırken, bu satırların yazarını bağlayan üç temel bağlayıcı faktörün olduğunu burada zikretmeliyim.
Objektif eleştiri hariç olmak üzere; birincisi, olaylara ve olgulara müdahil olmadan, elimden geldiğince objektif davranmak. Ki, şahitlik ve şahadet makamının ve insan olmanın gereği olduğunu ve bu değerlerden mahrum olan bir insanın “insan” sayılamayacağı düşünüyorum.
İkincisi; iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun hatırı ve hakkı için tarafsızlık değil, “taraf” olmaktır.
Üçüncüsü ise hiçbir kişinin kimliği; dini, inancı, rengi, soyu-sopu, sınıfı, statüsü, cinsiyeti ve özel yaşamı malzeme konusu edilmeksizin ve tarafımca kabul edilmeksizin, konuya eğilmeye ve objektif olmaya gayret edeceğimi ve her türlü eleştiriye, düşünceye, açık olacağımı; gücünü kalabalıklardan değil, kendi yalnızlığında ve hakikate olan inançtan alacağımı ve düşüncemi siyasetin lojistik unsuruna indirgemeyeceğimi, bu köşeden beyan ederek, olay ve olgulara yaklaşacağımı, okuyucuya deklere etmek istiyorum.
Son söze önsöz olan bir “söz” ile sözümü bitirmek istiyorum:
“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar” Yani; hakikatin pırıltısı, fikirlerin çarpışmasından doğar.