Hoşaf içen atanın market yağmalayan torunları!İnsanoğlunun yaşadığı acılar birer tecrübedir. Ve her tecrübe; akılla harmanlanınca, mazinin acısını geleceğin başarısına dönüştürür! Her ülkenin acıları ve bu acılardan kazandığı tecrübeleri vardır. Hiç şüphesiz her acılı döneme dair bir kahramanlık hikayesi de..! Daha çocuk yaşlardan beri Almanlar için “2. Dünya Savaşı sonrası patates yiyip devlete çalıştılar ve fedakârlıklarıyla ülkeyi ayağa kaldırdılar” denir. Tıpkı, Japonların “kısa paça pantolon giyip kumaştan tasarruf ederek mali güçlerini kazandıkları” gibi..! Bunların gerçekliğini savunamayız ama bir şekilde hepimizin kulağına çalınmış hikâyelerdir. Bizimkisi ise hikaye değil, gerçeğin ta kendisidir..! Nedir bu? Üzüm hoşafı..! Tarih derslerinde anlatılır. Hatta zaman zaman sokak röportajlarında milli duyguları kabarık kimselerin örneklerine de konu olur; “Atalarımız Çanakkale muharebesinde aç kaldılar ama üzüm hoşafıyla ayakta kalıp bu ülkeyi bizlere emanet ettiler” diye. Atalarımızın bu fedakârlığıyla övünürüz. Övünmekte de haksız değiliz! Peki ya sonrası? Hoşaf içtiğimiz bir savaşta ülkeyi kurtardık da, sonrasında ne yaptık? Sanayide devrim mi yapabildik? Tarım ve hayvancılıkta şahlanıp toprağımızdan hayat mı bulduk? Sularımızı ve altında çalışırken renk verip karardığımız güneşin ışınlarından enerji üretip dışa bağımlılıktan mı kurtulduk? Silah sanayisinde çığır açıp dünyanın süper gücü mü olduk? Hiç birini başaramadık. İmansız diyerek hor gördüğümüz toplumlar bir olup küllerinden doğarken, bizler iç çatışmalarla bir birimizi yok etmekle meşgul olduk. Türk-Kürt, Alevi-Sunni ve daha birçok saçma bahaneyle yıllarca savaşın içinde kaldık. Bizler bir birimizi vurdukça bundan beslenenlerin koltuğu büyüdü, makamı yüceldi. Türkiye toplumun sosyolojisine bakılınca; bilgiden yoksun, okumayan, araştırmayan, aklı bir kenara bırakıp sadece duygusal refleksleriyle hareket eden, galeyana getirilmek için ucuz ama etkili birçok bahaneye tav olan bir milletiz. Çok çabuk inanıyor, sorgulamıyoruz. Çünkü cehaletten sıyrılamıyoruz. Ama sorsan herkes filozof..! Bu ceremeden neden kurtulamadığımızı sorduğumuzda ise suçlamalar başlar. Kimse kendine, mahallesine toz kondurmuyor. Sorgulamıyoruz ve araştırmadan inanıyoruz dedik ya, işte tam da bugünün fotoğrafını çekiyoruz. “Yağ bitti, Rusya'dan gelen gemiler yolda kaldı” denildiği anda yaygara koptu, bir panikle marketlere hücum ettik. Tıpkı 15 Temmuz darbe girişiminin daha ilk dakikalarında fırınlarda ekmek kalmayınca hamur alanlar misali! Savaşırken “ben bi eve gidip yemek yiyip geleyim” mi diyecektik? Markete, fırına koşanların ruh halini “evden çıkmayacağız, savaşanlar öldükten, ülke teslim alındıktan sonra çıkacağız. Bu süre zarfında evde aç kalmayalım” diye yorumluyorum. Açıkçası başka da izahat göremiyorum! Vatanını kaybedenin karnı tok, sırtı pek olur mu sanıyorlar? Son günlerde birçok hastalığa şifa olan “su orucu” ya da diğer tabiriyle “su diyeti” uygulamalarını sosyal medyada sıkça görüyorum, hatta uygulayanları biliyorum. Günlerce yemek yemiyor, sadece su ve birkaç sıvı takviyesi ile hem zayıflıyor hem de hastalıklardan kurtuluyor insanlar. 21 gün, 40 gün, 60 gün, hatta 90 gün süren uygulamaları var. Demek ki neymiş? İnsanlar açlıktan ölmüyor, su içerek hayatta kalabiliyor, hatta yemeği için hastalıklardan arınıyormuş. Tıpkı üzüm hoşafıyla ayakta kalabilen atalarımız gibi..! Yağsız kalsak ölmeyiz, unsuz kalsak ölmeyiz, şekersiz kalsak ölmeyiz. Su yetiyor..! Memlekette de çok şükür su bol. Anlaşılıyor ki, karnımızı değil gözümüzü doyuramıyoruz. Üzüm hoşafı içerek memleketi kurtaran ataların, sıkıntı anında yiyecek tedariki için meydanlara inen torunları olarak Allah muhafaza savaşa girecek olsak, düşmana değil marketlere saldırırız! Son olarak; işin siyasi kısımları elbette ayrıca sorgulanabilir. Tarım politikalarını, ekonomik sıkıntıları sorgulayalım, çiftçinin üretemeyecek duruma gelişini ve dahasını…! Sorgulayalım, tartışalım, eleştirilelim. Ama şu galeyana gelme huyumuzdan da vazgeçelim. İğneyi iktidara batırırken çuvaldızı kendimizden mahrum etmeyelim. Unutmayalım ki, yağı stoklayan da biziz, yağ kuyruğuna giren de biziz. Yaşadıklarımızın müsebbibi de… “Dıj güjler” hakikatini bilip bunu bahaneye dönüştürmemeyi ayrı tutarsak tabi… Biraz akıl, biraz da izan..! Bizi yokluk değil, cehaletimiz öldürecek..!
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 08 Kasım 2024 Algılar ve olgular!14 Eylül 2024 Bingöl'e uzay üssü ve gözlemevi yapılsın!04 Eylül 2024 Bingöl için 'ben varım' diyecek babayiğitler aranıyor!01 Ağustos 2024 İhmal edilen neslin şehri yıkımı nasıl durdurulacak?
|