Fay Hatları Arasında Yürüyüş!Bir devletin tebaası içerisinde muhtelif etnik yapıya, dile, renge, düşünceye sahip kitleler olması gayet olağandır. Bu durum aynı zamanda devlet olmanın bir gereğidir. Ulu bir çınarın altına nice canlı sığınır ve orada gölgelenir. Devlet denen bu çınar, kanatları altındakileri muhafaza ettiği gibi, onlardan da vefa bekler. Bu vefa esasen insanların devlete değil, kendilerine gösterdiği bir vefadır. Zira tebaa, devletin kendisidir. Tebaadaki içsel farklılıklara rağmen kitleleri aynı çatı altında tutan ve kenetleyen ortak bir aidiyet duygusu vardır. Bir arada yaşayabilme adına adeta bir çimento vazifesi gören bu aidiyet duygusu olmadan, gerçek anlamda bir milletten bahsetmek mümkün değildir. Bu noktada millet kavramını, “farklılıkların birlikteliği” şeklinde ifade etmek yanlış olmaz. Milleti oluşturan unsurlar, kendi içlerinde her konuda birçok farklılıklar barındırsa da varoluşsal konularda, bir başka deyimle milletin tamamını alakadar eden hayati konularda farklılıklarını bir kenara bırakarak kenetlenmeyi, ortak düşünmeyi ve ortak hareket etmeyi de bilirler. Bu ortak duruş, millet olmanın en temel gereklerindendir. Yaşadığınız bir sahada yangın çıkmışsa, o yangına hep beraber müdahale etmek zorundasınız. Yangın, yakacağı kişileri önceden seçmez. Zaten yangını çıkaranların da böyle bir seçimlik iradesi yoktur. Yangın çıkaranlar, yanmasını istedikleri şeyin yanmasıyla ilgilenirler. O şeyle birlikte nelerin yandığının bir önemi yoktur onlar için. Bu noktada, bizler bu ülkede yaşayanlar olarak, bizi yakmaya yönelik çıkarılan yangınlara birlikte müdahale edebiliyor muyuz? Bizler gerçek anlamda bir millet olmanın neresindeyiz? Nasıl bir milletiz, daha doğrusu ne kadar milletiz? İşte bu noktada ciddi travmalar ve açmazlar yaşıyoruz. Kadim medeniyet birikimimiz ve tarihi köklerimiz itibarı ile esasen dünyada gerçek bir millet olabilme şuuruna en yakın ülkelerden biri olma potansiyeline sahibiz. Potansiyelin varlığının yanında, potansiyelinin varlığının farkında olmak ve onu layıkıyla kullanmak da bir o kadar önemlidir. Ne acıdır ki; mevcut durum itibarı ile gerek fikri, gerekse kalbi yönden adeta hançerle ikiye bölünmüş durumdayız. Ortak aidiyetlere sahip olma noktasında alınan bu yaralar, bizleri hayat ile memat arasında kritik bir noktaya getirmiş durumdadır. Peki neden? Sebepsiz bir sonuç olmayacağı aşikâr olduğuna göre, sonuçlardan ziyade sebepler üzerinde kafa yormakta fayda var. Bin yıldan bu yana aynı ruhu taşıyan, aynı vuslat arzusuna, aynı gönül dünyasına sahip, aynı mecradan beslenen bu millet, aynı zamanda kendi içerisindeki ve kendinden olmayan azınlıklarla da dostane bir şekilde yaşamasını bilmiştir. Osmanlı çınarının çatırdamaya başladığı zamandan itibaren fitne yangını bu toprakları yakıp kavurmaya başladı. Çınarın bakımlarını yapması gerekenler, ağaç kurtçukları gibi içine gizlenerek içten içe onu kemirmeye ve çürütmeye başladılar. Ve bir sabah uyandık ki; o koca çınar daha fazla dayanamayarak yerle yeksan olmuş. Bin yıllık tarihi birikimin ve kadim geleneğin milletin beyninden ve kalbinden silinmesine yönelik politikalar, bu milleti tarihinin en büyük fikri yıkım ve travmalarından biriyle karşı karşıya bırakmıştır. Her alanda ve mütemadiyen uygulanan bu politikaların sonucunda temelde, uygulayıcıların istedikleri hayat ve düşünce tarzını içselleştirmeyen bir kitle ile bunu içselleştiren diğer bir kitle oluştu. Biraz daha açmak gerekirse bu ülke, tarihi birikimi ile geleceğe gelenekle yürümeyi tercih eden bir kitle ile, geleneği ve geçmişini reddederek kendisine benimsetilen ideoloji ve yaşam tarzı üzerinden gelecek arayışına giren diğer bir kitle arasında varoluşsal bir iç mücadele alanına dönüşmüş durumda. Oldukça derin ve husumete dayalı bu kamplaşmanın yanında, etnisiteye ve ona iliştirilen ideolojilere dayalı yeni fay hatları oluşturulmak suretiyle ülkedeki kamplaşma ve husumet ortamı daha da derinleştirilmiştir. Bu durum siyasete de doğrudan yansımış durumda. Öyle ki; siyasi olarak iktidara gelme yarışı, ülkeye daha iyi hizmet etme ve gelinen aşamadan çok daha iyi aşamalara taşıma gayretinden ziyade, ne pahasına olursa olsun siyasi rakibini yok etme, ondan intikam alma ve devlet mekanizmasını kendi ideolojisine hizmet eden bir araca dönüştürme gayesi güden bir hal almıştır. Özetle, bu noktada gelinen durum siyasi rekabet anlayışından çok daha öte bir yerdedir. Devleti yönetmeye talip her bir siyasi mecranın kendine ait bir düşünce tarzı, anlayışı, tasavvuru olması elbette olağandır. Olması gereken de zaten budur. Sorunlu olan taraf ise, siyasi hasmını ortadan kaldırma düşüncesinin, milletin varoluşsal konularında ortak bir irade ve dayanışma ile bayrağı daha ileri taşıma rekabetine tercih edilerek, bu düşüncenin milletin istikbalinden ve hatta istiklalinden daha önemli görülmesidir. Örneklemek gerekirse; bir siyasetçinin uluslararası bir platformda kendi ülkesini yabancılara şikâyet etmesi ve adeta ülkesine müdahale edilmesini ima etmesi, siyasi görüş ve anlayış farklılığı ile izah edilemeyecek derecede vahim bir tavırdır. Ülkenin savunma sanayiinde gösterdiği tarihi başarıları dahi hazmedemeyerek, iktidarı ele geçirdiklerinde bu yolda yapılan çalışmalara son verecekleri yönünde imalı açıklamalar yapan siyasetçilerin içinde bulundukları ruh hali, Batı'nın bu ülkeye baktığı ruh halinden farksızdır. Oysa fikri ve duruşu her ne olursa olsun her bir siyasetçinin, gece gündüz çalışarak bu tarihi başarının altında imza atan ve adeta çağın akıncıları olan gençleri, emekçileri ayrı ayrı takdir, tebrik ve teşvik etmesi gerekirdi. Gerek iktidar, gerek muhalefet herkes sahip olduğu gücü ve yetkiyi rakibini ezmekten ziyade ülkenin daha ileri noktalara taşınması adına kullanmak zorundadır. Bu örneklerin verilmesindeki gaye, kutuplaşmanın getirdiği tahribatların vardığı boyutu somutlaştırmaktır. Hülasa; bu ülkenin ve milletin ortak menfaatlerinin olduğu, doğruluğu ve gerekliliği hususunda hiçbir tereddüdün olmadığı, dış dünya karşısında varoluşsal nitelikteki milli meselelerde dahi siyasi ve ideolojik hırslar daha ön planda tutularak bu meseleler hırs ve intikam duygularına feda edilebiliyorsa, bu derin uçurumun ülkenin istikbali açısından ciddi sorunlara gebe olduğu göz ardı edilmemelidir. İşte bu vahim durum, milletin bir asırdan fazla kamplaştırılmasının, ortaya saçılan nefret tohumlarının, yapılan zihinsel dezenformasyonun beklenen bir neticesidir. Bugün kentlerin sokaklarında insanlarla, bilhassa yeni nesillerle konuştuğunuzda, aklın hayalin alamayacağı bir savrulmanın olduğunu, olmadık fikir ve yaşam tarzlarının zihinleri işgal ettiğini müşahede ediyorsunuz. Öyle ki; bazen “acaba burası Türkiye mi?” diye sağınızı solunuzu kontrol etme gereği bile duyabilirsiniz. Bu tablo, gelecek açısından yaşanılabilecek tehlikelerin ne denli artacağının işaretidir. Ağacın dalları kurumaya başlamışsa sorunu dallarda değil, köklerde aramak lazımdır. Bu ağacın köklerine zamanında bilinçli olarak atılmış zararlı ilaçlar ağacı hasta etmiştir. Köklerin bakımının yapılması ve sağlamlaştırılması ise uzun yıllar sürecek bir ihya ve inşa hareketiyle mümkündür. Aksi halde, millet olamama sancısının zillete dönüşmesi uzak ihtimal değildir. Geleceğe dair bugünün en büyük sorunlarından biri olan bu sorunun çözümüne yönelik, daha fazla zaman kaybetmeden her koldan gerekli adımların atılması temennisiyle…
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 02 Ocak 2024 Gazze'den Yankılananlar14 Mayıs 2022 Kimlik Sorunumuz18 Mart 2022 O Kuşak Kim?22 Ekim 2020 Görülenler Ve Görünmeyenler
|