Bingöl'de Çocuk OlmakYaz tatillerimizin büyük bir bölümünü, genellikle ilimizde memleket hasreti gidererek ve Sıla-i Rahim yaparak geçirmeye çalışıyoruz. Bingöl sıcağının, yani meşhur “Tije Çolig'in” derinden hissedildiği, insanların kendilerini güzelim dere kenarlarına ve bahçelere attığı, tadına doyulmaz meyve ve sebzelerin bol olduğu, yeşillerin etrafı kapladığı, güzel ve tatlı yaz günlerini yaşıyorduk. Bingöl Kaplıcalar bölgesinde, su kenarında bir bahçede, aile yakınlarımızla beraber bir gün geçiriyorduk. Derenin yukarı kısmında yüzen 9-12 yaşları arasında beş altı çocuk gözüme çarpmıştı. Köy çocuklarını hep sevmişimdir. Kestiğimiz karpuzlardan bir miktar alarak çocukların yanına gittim. Bir süre onları izledim. Benim onları merakla izlediğimi görünce, eğlenceleri gösteriye dönüşmüştü; su içindeki boğuşmalarını, yüzüşlerini, suya dalışlarını, suda atılan taklalarını, çocuksu gülüşlerini ve eğlencelerini doyunca izledim. Aynı zamanda onlarla konuşuyor ve onları motive de ediyordum. Onlara bakarken hayallere dalıp çocukluğuma gitmiş, aynı güzellikleri ben de yaşamıştım. Neyse kendime geldim, sudan çıkmalarını istedim, biraz daha muhabbet ettim, sevinçleri yüzlerinden akıyordu. Elimdeki karpuzdan ikram ettim ve ayrılıp piknik yerine geri döndüm. Akıllı telefonların olmadığı bir dönemdi. Nokia markalı çok güzel bir telefonum vardı. O zaman telefonlar her yerde çekmezdi, daha iyi çeker düşüncesiyle telefonlarımızı, yakınımızdaki daha bir yüksek yerde duran ağacın dibine koymuş, birkaç metre ötede uzanıp dinleniyorduk. Bu arada yüzen çocuklar da dereden çıkmış, grup halinde bize doğru geliyorlardı, onlara gösterdiğim yakınlığın verdiği bir cesaret olsa gerek, telefonlarımızı koyduğumuz ağacın yakınından geçip gittiler. İşin ilginç olanı, ağacın altında duran telefonum, onların ilgisini çekmiş, bu arada çocuklardan biri eğilerek telefonumu alıp yola devam etmişler. Yaklaşık yarım saat sonra telefonumu almaya gidince yerinde olmadığını gördüm, bizimkilere sordum, “telefonumu gören var mı?” diye, amcamın kızı, “az önce derede yüzen çocuklar sizin yanınızdan geçtiler, birinin ağacın yanında eğilip bir şeyler aldığını gördüm, anlam veremedim” deyince durum anlaşılmıştı… Tabii olarak biraz üzüldüm. Aslında her yerde çocukların gösterebileceği bir davranıştı. Telefon çocuklara, ilgi çeken bir oyuncak gibi gelmişti belki de. Herkes üzüldü, “merak etmeyin, ben şimdi gider, o çocukları bulur, telefonumu alıp gelirim” dedim. “Olmaz, gitme, sıkıntı olabilir” dedilerse de, “beni merak etmeyin, bizim insanımız iyi kalplidir, çocukların bu tür davranışlarını tasvip etmezler, bunu sorun da yapmazlar, bir saate gelirim” dedim. Çevrede birkaç köy vardı, müfettişlik mesleğinin verdiği tecrübe olsa gerek, çocukların izini takip ederek ve sora sora çocukların bulundukları köye kadar uzandım… Derede yüzen çocuklara ulaştım ve telefonumu alan çocuğun ailesini de buldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, o gün için çok büyük paralar vererek aldığım cep telefonumu kurtarmak, öncelikli hedefimdi; ayrıca bu olay vesilesiyle, köylülerle aile-çocuk ve davranışları konusunda diyaloglar kurmak ve nasihatlerde bulunmak isteğim de vardı. Amacım, çocuğu veya ailesini suçlamak hiç değildi, böyle bir çevrede çocukların büyük kısımının yapabileceği bu tür davranışlar, tek başına suçlama konusu olamazdı zaten… Köy meydanında, telefonu alan çocuğun babası ve bir kısım köy halkı ile sohbete başladık. Köy halkını ve çocuğun babasının tepkisini çekmemek amacıyla, köye geliş amacımı onlara açtım, “Bingöl çocuğu ve kendilerinden biri olduğumu, bu olayın beni çok etkilediğini, bunların çocuk olduğunu, bu tür davranışlar içine girebileceklerini, önemli olan bu tür davranışların farkına varmamız olduğunu, bu tür davranışların önlenmesini için bilgi ve dikkate ihtiyaç duyulduğunu, bir eğitimci olarak kendileriyle bu konuları paylaşmak için köye geldiğini, çocukların benim çocuklarımdan farklı olmadığını, anne-baba ve öğretmenler olarak görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmemizin önemli olduğunu, vb.” anlatıp, duygularımı paylaşmaya çalıştım… Bu yaklaşımım çok hoşlarına gitmişti. Beni kendilerinden biri gibi sahiplendiler, mağduriyetime anlayışla yaklaştılar, çocukların bu davranışlarına aynı şekilde onlar da tepki vermeye ve mahcubiyet duymaya başladılar. Ancak, telefonu alan çocuk ve diğer arkadaşları köye gelmişler ama eve geçmemiş bir bahçeye gidip, adeta saklanmış ve ilk defa gördükleri bu telefonu incelemeye başlamışlar. Köyden biri aracılığıyla çocuklara haber saldık, çocuğun korkmasına gerek olmadığını, telefonumu getirmesini, ona kızmayacağımızı, kendisine daha uygun bir telefon veya oyuncak alacağımı, babasının da kendisine kızmayacağını iletmesini söyledim… Babası ve köy halkından bir grup ile birlikte çocuğun telefonu getireceği umuduyla beklemeye başladık.. Necip Fazıl, “Masum Anadolunun saf çocuğu, ben ve sen yalnız ikimiz kaldık Allah yolunun divanesi” diyor ya, işte masum Anadolunun köyümüzün saf ve temiz insanlarıyla beraber çocukları bekliyorduk… Bu arada çocuğun babasının yaşantısını anlama adına, sorular sorarak konuşturmaya çalıştım. Geçimini sağlamak için çalışan, işi peşinde koşan, samimi tipik bir köy adamı olan baba, “yaz dönemi iş ve gücün yoğun olduğunu, bir aydır çocuğunu göremediğini, işe gitmek için sabah erkenden çıktığını, işten dolayı akşam eve geç geldiğini, gece geldiğinde çocukların uykuda olduğunu, böylece çocuğuyla görüşemediğini” dile getirince, babanın çocukları ile olan ve bölgenin baba-çocuk ve aile ilişkisi modelini yansıtan örnek bir durumla karşı karşıya olduğumu anlamıştım… Bir süre sonra, telefonu alan çocuk ve arkadaşları görünmeye başladı. Yüzleri düşmüş, büyük bir suçluluk duygusu içerisinde ve mahcup bir şekilde bize doğru geliyorlardı. Telefonumu alan çocuk korku, arkadaşları ise heyecanlı bir şekilde bize bakıyorlardı. Acı olan ise, bizim olaylardan haberdar olduğumuzu, onları köyde beklediğimizi, öğrendikleri için korkudan telefonu kırıp parçalamışlardı. Telefonu parçalayınca suç unsurunu ortadan kaldıracaklarını, belki de böylece kendilerini kurtarabileceklerini düşündüler herhalde veya bu davranışları doğal korkularının bilinçsiz bir sonucuydu. Baba telefonumun parçalandığını duyunca inanılmaz derecede sinirlendi ve çocuğunun üzerine yürüyerek, Zazaca (e tu kışena) “seni öldüreceğim” deyince, elinden tutup çektim ve “dur hemşehrim, çocuğu değil, (zazaca, xu bıkış) kendini öldür” deyince durdu ve bana baktı!.. Çünkü Zazaca çok etkili bir deyim kullanmıştım. Devamla, “Burada bir sorumlu varsa, çocuğundan habersiz olan sen, bu köylüler ve görevini tam yerine getiremeyen benim gibi eğitimci olan insanlardır” dedim. Adam ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı ve bana dönerek mahcup bir şekilde “haklısın hocam” dedi. Çocuklar utançlarından yüzüme bakamıyorlardı. Çünkü onlara sevgiyle yaklaşmış, karpuz ikram etmiş, bir anlamda yakın arkadaş olmuştuk. Aslında onlar, heves, heyecan, merak, ilgi, benzeri çocuksu saiklerle böyle davranmışlardı. Bu davranışlarıyla yakınlığımı ve sevgimi kıracaklarını hiç düşünmemişlerdi. Ben onlara bir süre baktım, ama onlar bana bakamadılar. “Ben sizi çok seviyorum, siz çok temiz ve güzel çocuklarsınız ama bir daha başkasına ait bir eşyayı almayın, bu çok yanlış bir davranıştır, böyle yanlış davranışlardan kaçının, bir daha yanlış davranışınızı duyarsam sizi gönlümden silerim, hadi çocuklar evlerinize gidin” dedim. Sevinçleri görmeye değerdi… O kadar hızlı koştular ki….. Artık elim güçlüydü, köylülerimize söyleyeceğim şeyleri rahatlıkla söyleyebilirdim… Babaya döndüm, “okullar kapandı, yaz tatili geldi, karnesi de iyi olan bu çocuğuna bir hediye aldın mı? Peki bugüne kadar hiçbir hediye aldın mı? Şehri görsün, gözü gönlü açılsın diye çocuğunla şehre inip kendisiyle birlikte bir gün geçirdin mi? Çocuğunla beraber oturup bir dondurma yiyebildin mi? Yaz tatilinde bu çocuğum ne yapıyor, günleri nasıl geçiyor diye merak ettin mi? Güzel kitaplar alsam da bu tatilde okusa diye düşündün mü? Çocuğun eğitim ve davranışları konusunu annesiyle hiç paylaştın mı? Çocuğuna zaman ayırıp birlikte sohbet edebildin mi? gibi ağır soruları yönelttim. Adama söylüyordum ama “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” gibisinden diğer köylülere de bakarak konuşuyordum. Tüm köylüler mahcubiyet içinde ve hak vererek dinliyorlardı… Kalpleri temiz, gönülleri güzel, ancak baba-aile ve çocuk ilişkilerinde yetersiz olan bir bölgeyiz. Elbette görevini yapmaya çalışan azımsanmayacak sayıda aileler de vardır. Sistemin mi, ekonomik yoksunluğun mu, birçok sebebi vardı elbette bu tür davranışların.. Babaya döndüm, “bugün telefon alıp parçalayan çocuk, yarın içindeki öfkeyi parçalayıp kırarak dışarı vurmayı öğrenebilir. Düşünsenize, senin gibi inançlı, dürüst namazlı bir adama böyle bir çocuk yakışır mı? Baba olarak görevimizi yapmazsak çocukların suçu bizimdir. Şimdi sen bu çocuğunun elinden tut ve onunla birlikte şehire inin ve çocuğun ile el tutuşarak şehirde gezin, sevdiği yiyeceklerden ve oyuncaklardan al, bana bundan sonra çocuğun her şeyinden haberdar olacağına, sahip çıkacağına, çocuğun eğitimiyle ilgileneceğine söz ver” dedim, anlaştık herkesle vedalaşarak ayrılıp, piknik yerine ailemin yanına geri döndüm. Onlara da durumu anlattım. Bana canın sağolsun dediler ama güzelim telefonumuz da gitmişti yani…vesselam.. Elbette sadece köydeki babalar ve anneler böyle değil, şehirin göbeğinde, eğitimli birçok anne ve baba da çocuklarına yeterli zaman ayıramıyor, çocuklarının güzel davranışlar kazanmasına gereken hassasiyeti gösteremiyorlar maalesef… Anne-baba ihmali, sahipsizlik ve eğitimsizlik, köy-kırsal çocuklarında böyle basit kusurlara neden olsa da, şehir çocuklarında daha tehlikli kusurlu davranışlar (uyuşturucu, terör, cinsel sapkınlık, vb.) doğurabilir. Unutmayalım ilk terör olayları hamallar çarşısında değil ünüversite kampüslerinde başladı. Çocuğun her istediğini yapan, ama çocuğunun nasıl yaşadığından haberi olmayan, lümpen yaşantı içinde ve bunalım bataklığına düşen sahipsiz çocuklarından habersiz olan şehirli, eğitimli veya zengin aileler ile, bu köylü ailenin çocuklarıyla ilişkileri arasındaki nedenlerin ( ihmal, habersizlik, sahipsizlik, eğitimsizlik, iletişim kopukluğu, baskı, ortam bozukluğu, vb.) benzer olduğu unutulmamalı. Aile, toplumun temel yapı birimi ve birincil basamak grubudur. Aynı zamanda çocukların (bireylerin) toplumsallaşmasında, dominant (baskın-öz) kültürel değerlenin ve davranışlarının kazanılmasında, aidiyetlerinin (kimliklerinin) oluşumunda ve kişiliklerinin gelişiminde, aile temel belirleyici bir fonksiyona sahiptir. Çocuk, anne-baba ve soyunun genetiksel formları ile değerlerini taşır. Watson, çevrenin ve planlı davranış değişikliğinin yaşandığı okul sürecinin, çocuğun ailesinden getirdiği kalıtımsal öğelerin ancak yüzde ellisi üzerinde etkili olduğunu söyler. Eğitimde sosyal öğrenme diye bir kavram vardır. Bu kavrama göre çocuklar söyleneni değil, anne ve babalarının gösterdikleri davranışları, çevresinde gördüklerini taklit ederek öğrenir ve gelişirler. Gazali, “Ağaç eğri olursa gölge doğru çıkar mı?” demesinin arkasında bu gerçek yatmaktadır. Toplumsal olarak ecdadıyla, tarihiyle ve diniyle övünen bir yapımız var, aileler çocuklarına sadece övünmeyi öğreterek yetinmemeli. Ünlü Avrupalı Müslüman olmuş düşünür R. Garudy'nin dediği gibi, “ataların yaktığı ateşin küllerini saklayıp övünmektense, yakılan ateşin devam etmesi için sen de o ateşe birkaç odun at” sözünü anne-babalar ve çocuklar olarak hatırlayıp düşünülmesi gerekir. Sevgi ve saygılarımla…
YORUM YAZIN
|
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ 14 Aralık 2024 Suriye nereye gidiyor?06 Kasım 2024 İlahiyatçıları/din adamlarını dinlerken ölçüleriniz olmalı07 Ekim 2024 Kur'an'ın, Tevrat, İncil ve Avesta'dan farkı02 Eylül 2024 Üç kutsal din Sümer efsanelerinden mi alındı?
|