KİM KİMDİR FİRMA REHBERİ Hemen Üye Ol Üye Girşi
Uye Girişi
Giriş
Beni Hatırla
Yeni Üye Kayıt
Haber sitemizin aktivitelerinden yararlanmak için üyelik başvuru yapın.
Hemen Üye Olun
Uye Hizmetleri
 
25 Nisan 2024 Perşembe
°C
Yılmaz Ekinci
yekinci07@hotmail.com

Beyaz dağın ardındaki şehir: diyarbakır

30 MART 2016 ÇARŞAMBA 18:49
0
5639
3
AA aa

Seyahat etmenin en güzel yanı kendi içinde yeni bir şeyleri keşfetmeyi barındırmasıdır. Meçhule açılan her kapı, insanı hep merak içinde bırakır.

Bu kadim şehre altı defa yolum düştü.  Diyarbakır, Doğu'ya yapılan seyahatların ilk giriş kapısı ve Batı'ya yapılan seyahatlarin ilk çıkış kapısıdır. Diyarbakır, salt bir vilayetin ismi değil bir bölgenin adıdır. Çünkü Diyarbakır her zaman Doğu ile Batı'nın kesiştiği, mücadele ettiği bir yer  oldu.

Benim Diyarbakır şehri ile ilgili serüvenim küçük bir çocuk iken başladı. Daha küçücük bir çocuk iken doğduğum yerin, dünyanın merkezi olduğuna inanırdım. Güneş, evimizin karşısındaki  dağdan  doğar ve evimizin yaslandığı dağda batardı.  Tahayyül dünyam, bu dağların ufku ile sınırlı idi.  Büyüklerimin dediklerine göre, güneş battıktan sonra Beyaz Dağ'ın (Gıl Spe) öte tarafında, geceleyin ışıkları yanıp sönen çok büyük bir şehir varmış. Ben ise hep merak ederdim: Dağın, ufuk ile kesiştiği noktadan sonra  sahiden “dünyanın bittiği ve boşluğun başladığı  yerde bir şehir var mı?” diye sorular sorardım kendime.

Merak denizinde yüzerken bir gün aniden rahatsızlandım. Babam, beni alıp  Beyaz Dağ'ın öte tarafındaki şehre götürmeye karar verdi. Bu karara hem sevinmiş hem de meçhule açılan hayallerimin nasıl sonuçlanacağına dair yeislere kapılmıştım.  Ertesi gün yola çıktık. Zihinsel dünyamı belirleyen Beyaz Dağ'ın öte tarafına vardığımızda oranın tahayyül ettiğim gibi bir uçurum ve sonsuz bir boşluğun olmadığına tanıklık ettim. Derelerin, ağaçların, dik yamaçların ve bize benzeyen insanların olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Tecrübe edilmemiş verilerin, bilgi olmayacağını küçücük yaşlarda öğrenmiştim.

Bingöl dağlarını aştıktan sonra düz bir arazinin ve sıcak bir hava tabakasının etrafımızı sardığını hissettim.  Dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra geceleyen ışıkları parıldayan şehre vardık. Büyük ve yüksek evler, toprağı örten sert bir kaya yapısı ( sonraları öğrendiğime göre asfalt tabaka) şehri baştan başa kuşatan yüksek ve kalın bir duvar (sur) ve bu duvarlarda işlemeli güzel şekiller… Bizim oralara benzemeyen  bol ışıklı caddeler ve  caddelerde satılan envai çeşit  ürünler… üstleri ve başları temiz ve bakımlı insanlar. Rabbim - “bu kadar insanın ne işi var burada?” değişimi bugün gibi hatırlıyorum.

Babamla birlikte büyük bir kapıdan geçtikten sonra muhteşem avlulu bir alanda kendimi buldum. Ve  bu alanın etrafını nakış gibi saran muazzam sütunler karşısında rehin düşen bir yabancı gibiydim.  Karşımda ulu bir eser ve ben hayatımda ilk defa bu kadar büyük ve güzel bir cami ile baş başa  idim. Taşa ruh veren şekillerin karşısında nasıl donakaldığımı, bunu ikrar edemeyecek kadar ıssız ve yalnızdım. Biraz ilerledikten sonra sağ tarafta duran ve zamanı gösteren güneş saatini görecektim. Ve ben bu alanda ne kadar kaldığımı hatırlamayacak  kadar bir zaman içinde yüzdüm.  Işığın etrafında raks eden bir kelebek gibiydim. İstinasız her  sütunun yanıbaşında  durarak, şekillerin ne anlama geldiğini keşfetmekle  meşgul iken avludan yankılanan davudi bir ses ile babamın namaza durduğunu gördüm. Ben ise bu avluda,  seyahata çıkmış bir ortaçağ seyyahı gibi, kendimi farklı bir zaman tünelinde hissediyordum.

Bu şehirle olan irtibatım, yolculuk serüvenim hep farklı zamanlarda cereyan etti. Ne zaman bu şehre gelsem ve tarihi Ulu Cami'yi görmeden gitmeye kalkışsam, içimde tarif edemediğim duygulara garkoluyorum.

Ahir zamanların bu şehire getirdiği şeylere bazen üzüldüm bazen de sevindim. Beni alıp uzaklara götüren, parmaklarında bana süt içeren ve derin rüyasına beni gül demetleriyle  aşka ve inanca davet eden bu şairlerin diyarında, tarifi mümkün olmayan peygamber ve sahabe kokusunun etrafa sirayet ettiğini hissederek yaşadım.. 

Şehrin tarihinin çok eskilere dayandığı söylenirdi.  Yapılan arkeolojik kazı çalışmalarına göre şehrin tarihinin MÖ 8.200'e kadar gittiği ve 33 medeniyete beşiklik ettiği dillendirilirdi. İmparatorlukların, beyliklerin, krallıkların, sultanların, ünlü komutanların karargah kurdukları bir şehir olarak  bilinirdi. Makedonya'lı İskender, Pers Kralı Darius, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah,  Eyyübi devletinin kurucusu Sultan Selhaddin, Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, IV. Murad ve diğer yöneticilerin gelip geçtikleri, yerleştikleri ve bir şeyler eklediği kadim bir diyar olarak bilinirdi.

Bu şehir, her zaman tarihsel kavşakların ve yolların kesiştiği bir noktada bulundu. Onun için farklı kültürlerin ve değişik medeniyetlerin iz bıraktığı bir şehir oldu.   İşte bu şehir, kimi zaman Amed, kimi zaman Amid,   kimi zaman Kara Amid, kimi zaman da  Diyar-i bekir olarak bilindi.

Diyarbakır, tarih boyunca hiçbir zaman tek bir etnisiteye, kimliğe sığmayacak kadar büyük bir mirasa sahip oldu.

Diyarbakır herkesindir, ama hiç kimsenindir.

Diyarbakır, 33 büyük medeniyetlere kucak açan bir yerleşim yerinden öte her zaman jeostratejik bir havzaya sahip oldu. Diyarbakır, Anadolu'ya, Rumeli'ye, Ortadoğu'ya, Asya'ya, Kafkaslar'a açılan Türki,  Farsi, Kürdi ve Arabi diyarlara uzanan  muhkem bir kapıdır. Diyarbakır'ın periferi ile ilişkisini keserseniz Diyarbakır'ı öldürmüş olursunuz. Tarih buna şahittir. 1923 yılları başında henüz hinterlandı ile ilişkisi kesilmeden önce  sanayi de Türkiye'nin üçüncü şehri iken bugün periferisindeki hinterland ile bağlantısı koparıldığından dolayı  en son sıralardadır. Bu Diyarbakır'ın bir kaderi değildir.

Diyarbakır'a sahip olan bir medeniyet, periferisindeki bütün medeniyetlere beşiklik eder. Diyarbakır ile barışmayan bir medeniyet büyüyemez, periferisinde bir hükmü olmaz. Eğer Cihanşumul bir medeniyet olmak istiyorsanız, önce Diyarbakır'ın kalbini fethetmelisiniz. Diyarbakır'ın kalbini fethetmeyen bir medeniyet, periferisinde kök salamaz. Diyarbakır'a sahip olan bir ruh;  İstanbul'a, Tebriz'e, Bağdat'a, Erbil'e, Şam'a, Trabzon'a, Kahire'ye, Bosna'ya ve Filibe'ye sahip olur. Bu bir mübalağa sanatı değil; azıcık yerel, bölgesel ve küresel düzeyde  tarihi bir birikime sahip olanlar bunu  idrak ederler.

Diyarbakır büyük medeniyetlerin, imparatorlukların başkentidir.

Aidiyetini, kimlik düzeyine indirgeyen bütün hareketler bu şehrin ruhuna yabancı kalmaya mahkumdurlar.

Diyarbakır Kürd'ün ve Türk'ün birlikte boy verdiği, başağa durduğu, bir mümbit toprak parçasıdır. Ve bu iki ruhun üzerinde anlam bulup, parladığı maya ise İslam güneşidir.

Bu anlamıyla;

DiyDiyarbakır, bir Türk şehridir. Büyük Selçukluların, Anadolu Selçukluların, Akkoyunluların, Karakoyunluların, Artukluoğullarının ve Osmanlı sultanlarının gelip bağrına iz bıraktığı kadim bir şehirdir. Diyarbakır, Melikşah'tır, Alaeddin Keykubat'tır, Kanuni Sultan Süleyman'dır, Mimar Sinan'dır.

Fatih Sultan Mehmed'i yetiştiren Molla Gürani burada yetişmiş, Sultan Yavuz'a Halifelik makamının yolunu çizen İdris-i Bitlisi burada büyümüş, Gazi Mustafa Kemal'e fikir babalığı yapan Ziya Gökalp  bu topraklarda doğmuştur.

Diyarbakır olmasaydı Türk tarihi eksik ve yalnız kalırdı.

b)     Diyarbakır bir Kürt şehridir. Subaruların, Medlerin, Eyyubilerin, Mervani Beyliği'nin iz bıraktığı bir kadim şehirdir. Kürtlerin, göçebelikten yerleşik yaşama geçtiği bir yerdir. Diyarbakır medeniyet alanında kürtlerin iz bıraktığı bir şehirdir. Periferisinde büyük Kürt aşiretlerini ve Türkmen oymaklarını barındırır ve besler.

Diyarbakır olmasaydı Kürt tarihi eksik ve yalnız kalırdı.

c)      Diyarbakır bir İslam şehridir. Eğer Anadolu'da İslam'ın ilk izleri aranacak ise bu şehir Diyarbakır'dır. İslam'ın bu topraklarda ilk uğradığı, yerleştiği, kökleştiği bir şehirdir. Bursa 1326, İstanbul 1453, Trabzon 1461 yılında feth edilirken, Diyarbakır 638 yılında Hz Ömer döneminde, İslam orduları tarafında feth edilmiştir.

Diyarbakır, Anadolu fütuhatının ilk kapısıdır. Bu anlamıyla şahadetin, şehitliğin, cömertliğin ve mertliğin kalesidir. Bu yol peygamberlerin, sahabelerin,  Sultan Melikşah'ın, Alparslan'ın , Sultan Selahattin' in  yollarının  kesiştiği bir yoldur. 

Diyarbakır, İslam sanatının parladığı bir şehirdir. Eğer bir Ulu Camiyi, Nebi Camiyi, Dört Minareli Cami'yi görmeden göçerseniz bu topraklardan, bir yanınızın hep eksik kaldığını söyleyebilirim. İslam aleminin beşinci haremi şerifi camisi (Ulucami), Anadolu'nun tek mimari özelliğine sahip dört ayaklı minareli camisi ve  yine Anadolu'nun en zarif, en görkemli ve en işlemeli minaresine sahip olan Safa Camisi (Palu Cami)  bu şehirdedir.

Diyarbakır bir medreseler ve camiler şehridir. İslam güneşinin parladığı bir başkenttir. Dört mezhebin aynı camide namaz kıldığı bir yerdir. Evliya Çelebi'nin 1665 yılında Diyarbakır'da 17 büyük caminin olduğunu söylediği dönemlerde, Anadolu'da  bu oranda hiçbir şehirde bu kadar camii sayısı yoktur.

Diyarbakır her zaman bilginin, irfanın ışık saçtığı bir merkezdi. Cami, medrese ve tekkeleri bol olan bir şehirdi. Doğu medreselerinden yetişen alimleri yazmaya kalkışsak kalem yetmez yazmaya. Fatih Sultan Mehmed'in hocası Molla Gorani, El ceziri, Teftezani, Molla Hüseyin El Fakini, İbn'ül Erzak, El Amidi, Ahmed El Hasi, Seyfettün Amidi ve… benzerlerini sayabiliriz.

Diyarbakır peygamberler ve sahabeler şehridir. Mekke ve Medine den sonra en çok peygamber ve sahabenin kabri olan şehirdir. 6 peygamberin kabri ve makamı bulunmaktadır, 541'ün üzerinde sahabeye beşiklik eden bir yerdir. Sadece Süleyman Camisi'nde 27 sahabenin mezarı bulunmaktadır.

Diyarbakır şairler şehridir. Ali Emiri olmasaydı Kaşgarlı Mahmud'un “Divan'ı Lugat'it Türk” olmazdı. Ziya Gökalp olmasaydı “Türkçülüğün Esasları” olmazdı. Cahit Sıtkı Tarancı olmasaydı “Yaş 35” şiiri olmazdı. Sezai Karakoç olmasaydı “Mona Roza” şiiri olmazdı. Ahmet Arif olmasaydı “ 33 Kurşun” şiiri olmazdı….   Ve adlarını yazamadığım pek çok şairimizin affına sığınarak, Diyarbekir'li  olan şair Sezai Karakoç'un  Diyarbakır şehri ilgili yazılmış şiirlerinde bir demet şiirle bitirmek istiyorum.

“Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk

Günahlarım kadar ömrüm vardır

Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum

Saçlarımı acının elinde unutuyorum

Parmaklarımda süt içmeye çağırıyorum seni

Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk”

……

“Dicle ile Fırat arasında

İpekten sedirlerinde Kur'an okunan

Açık pencerelerde gül dolan

Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış”

………..

“Bir akrep kabartması surlardan Asur'dan

Güneşi bir taş gibi fırlatan

Dicle'nin köpüklü dudaklarından

Dicle saralarından

Aslan başlı  çeşmelerden

Taçlı güneşli aslan heykellerinden

Latin harfleriyle yazılmış

 Kaç kitap gelmişse Bizans'tan

Eriyecektir bakır gibi mahzenlerde……..”

YORUM YAZIN
Profiliniz ziyaretci statüsünde görünüyor. Yorumlarınız aşağıdaki isimle yayınlanacaktır
Değiştir
Dilerseniz web sitemize üye olarak daha özgün bir profil oluşturabilir ve yorumlarınızı hesabınızdan takip edebilirsiniz
Kodu Girin
Yapacağınız yorumların şiddet ve hakaret içermemesine lütfen dikkat edin. Aksi taktirde yorumlarınız onaylanmayacaktır. Gönder
fehmi ak (@Misafir_19620)
18 Nisan 2016 Pazartesi 13:08
önce edebi sanatına, daha sonra merhamet dolu yüreğine yaratılanı yaradan ötürü seven anlayışına islami kimliğine , ufkuna teşekürler dostum. omuzların basıp ta geçtiğim yerleri unutmadım. başarılar.
eşref ekinci (@Misafir_19582)
03 Nisan 2016 Pazar 07:41
sevgili kardeşim ağzına sağlık,bir kadım şehri anck sen ve senin gibi nadir insanlar anlatabilirler.bu şehir güneşiyle.yağmuruyla,türküyle ,kürdüyle,zazasiya ,arabiyla güzeldir.bu kadım şehir dünyada tektir.koca ovanın içinde geçen bir dice nehiri ancak burda olur.
zaza12 (@Misafir_19571)
31 Mart 2016 Perşembe 23:08
öyle bi anlatmışsınkı deza nerdeyse bende d.bakırlı olacagımı söyleyecem.Allaha çok şükür d.bakırlı degılım.heryer insaniyla güzel olur.insan olmayan yer güzel olmuş neye yarar.Artık d.bakırlı olanlar bile d.bakırlıyım demeye utanır oldular.....
Sitemizde yayınlanan haberlerin telif hakları gazete ve haber kaynaklarına aittir
©Copyright 2017
Haberler, Fotoğraf Galerisi, Video Galerisi, Köşe Yazıları ve daha fazlası için arama yapın