Adil DüşmanHadiseler üzerine düşünürken aklımız ve hislerimizle bütüncül muhakemelerde bulunmaya yani sağduyulu olmaya çalışırız. Sağduyumuzu yitirdiğimizde genellikle duygusal karmaşa içerisinde sağlıklı değerlendirme yapmamız güçleşir, hissi selim olamayız. Ki yakın zamanda global bir etki yaratan malum salgının sonuçları itibariyle gerek toplum psikolojisi gerek sosyal düzenleme alanında ekstrem bir hal yarattığını görmekteyiz. Hayatta kalmak adına her birimiz birer bilgi obezine dönüştük. TV ve diğer sosyal medya mecraları sanki her dakika kaygı düzeyimizi arttıracaklarını ahdetmişlercesine duygularımızı yönlendirmeye başladılar. Bu duygusal kaos içerisinden, resmi kaynaklardan alınan bilgilerle uyumlu davranarak en az hasarla çıkacağımıza olan inancımı belirttikten sonra; Gelgelelim kalemimle münasebetimi güçlendiren derdim, tüm insanlığın tanıdığı düşmana(virüse) karşı yapmamız gerekenleri tekrar etmek değildir elbette. Benim derdim, hipnotize edilmiş dikkatimizin yerini değiştirebilme gücümüzü fark edemeyişimizdir. Cinsiyet, statü, sınıfsal ayrım gözetmeksizin gayet adilane bir seyir izleyen düşmanın(virüsün) tüm dünyaya saldığı yaşam kaygısının yükselen sesini, yine aynı dünyada; Her gün yaklaşık 25 bin kişi açlıktan ölürken, Her 9 kişiden biri yetersiz beslenirken, Myanmar, Somali, Bangladeş, Filistin de… insanlar ağaç kabuklarını yerken, Aynı gezegende 7 milyon obezle yaşadığımız gerçeği üzerinde kaygılanmayıp aynı şiddette yükselemeyen sesimizdir. Sahi neden bu kadar kısık sesimiz bizim? Neden mi? Çünkü dünyayı dönüştüren toplum mühendisleri metafiziğini yitirmiş insanları kontrol etmenin kolaylığını fark etmişlerdi. Dolayısıyla da insanları ruhlarını doyurmak yerine karınlarını doyurmaları gerektiğine inandırdılar. Ruhu doyurmak toplumsal yaşamda empatiye imkân sağlayabilecekken, karın doyurmak bencilliğe kapı araladı. “Ben” değeri arttı. Bireysellik kutsanmaya başlandı. Artık başkaları ve onlarla ilişki kurmada etkili iletişim ağları (diğerkâmlık, yardımseverlik, şefkat…) sadece teferruattı. Fakat kemalat teferruatta gizlidir. İnsanın olgunlaşma yolculuğundaki yerini, başkaca insana ve doğadaki tüm canlılara karşı davranış biçimiyle anlayabiliriz. Bu duyarlılığı sergileyebilmek için de insanın sağlam bir tedrisattan geçmesi yani terbiye edilmesi gerekir. Tedrisat ise eksikliğini hissettiğimiz manevi destek unsurlarından oluşmalıdır. Ki inancımız, değerlerimiz günümüz insanının “kutsal ben” ini dizginleyebilecek en güçlü silahtır. Eğer gücümüzü ağır silah sanayiden değil de insani değerlerle donatılmış uyanık zihinlerden alsaydık yeryüzünün farklı coğrafyalarında nefes alan her insan belli bir yaşam standardına erişebilecekti. Hepimiz dünyadaki güç savaşlarının, ben değerini aşırı yükseltmiş narsist kişilerin sahip olma dürtüsünden kaynaklandığını biliriz. Çünkü “Ben” duygusu hazzın, sahip olmanın peşindedir. Oysaki ihtiyacımız olan ait olduğumuz bir dünyada başka hayatların varlığını hissederek ortak bir yaşama kültürü oluşturmaktır. Öyle sanıyorum ki bir musibet gibi algıladığımız bu salgın vasıtasıyla evlerimize çekilmenin ötesine geçip varoluşumuz üzerine kafa yormak, yaşam şeklimizi, önceliklerimizi sorgulamak, dünyada olup bitenler hakkında adilane bir bakış açısı geliştirebilmek bizlere en az beden sağlığımızı korumak kadar fayda sağlayacaktır. Her şeyin tüketildiği çağın insanıyız biz. Virüsten çok önce tükettiler bizi. Şimdi üretmemiz için güzel bir zaman. Sakince düşünelim, okuyalım, araştıralım. Belki öğrendiklerimiz ile kafamız karışacaktır. Bırakalım artık karışsın kafalarımız. Usta şairinde dediği gibi: “Karışık kafa çalışmadığı için karılmamış kafadan iyidir. Ağrıyan baş, varlığına ağrımadığı için şahit olunamayan baştan iyidir.”
YORUM YAZIN
|