Son
aylarda işçi sağlığı konusunda Tuzla Tersane İşçilerinin yaşamaya devam
ettiği soykırımın bir benzerine maruz kalan kot taşlama işçilerinden
artık umudun tükenişine dair duyurular geliyor. Kapitalizmin kanlarını
içerek beslendiği işçiler, üç kuruş uğruna daha gencecik yaşlarında
hayata veda ediyorlar. Durumun en trajik yanı, bu kader daha en
başından belirli olsa da çaresizce boyun eğiyorlar; yoksulluğun tüm
ülkeyi kasıp kavurduğu günümüzde, insanlar 2-3 yıl çalışıp ardından
öleceklerini bildikleri halde her türlü işi yapmak zorunda kalıyorlar.
Kapitalizm yıkılmadıkça bu soykırımın ve efendi-köle düzeninin
yıkılması mümkün görünmüyor.
Tedavisi mümkün olmayan silikozis hastalığına yakalanan bir işçinin dün yayınlanan mektubu, durumun korkunçluğunu en yalın haliyle gözler önüne seriyor…
“KAMUOYUNA”
LEYLEĞİN ATILMIŞ YAVRULARI
Leyleklerin yuvada besleyebileceğinden çok yavrusu olunca,
yetiştirebileceği kadar yavruyu yuvada bırakıp, fazla olanları yuvadan
atar. Bizler Bingöl' ün Karlıova ilçesi Taşlıçay köyünde doğduk.
1990'lı yıllara kadar hayvancılıkla olan geçimimiz iyi safhadaydı.
Köyümüzün toplam 32 bin küçükbaş hayvanı vardı. Herkesin hayatı güllük
gülistanlık iken köyümüze koruculuk getirildi. Köyümüz için pek de
hayırlı olmayan günler de böylece başlamış oldu.
Köyden 86 insan korucu seçildi. 2 bin 100 nüfuslu bir köyde 86 kişinin, bu kişilerin ailelerini de 10 kişiden sayarsak, yalnızca 860 kişinin istihdamı sağlandı. Herkes yaylaya çıkamadığı için hayvanlarını satmak zorunda kaldı. Geri kalanların göç etmekten, gençlerin gurbete çıkıp çalışmaktan başka çareleri kalmadı.
Gurbete gelenlerden biri de bendim. Maddi imkansızlıklar yüzünden okulu bırakıp İstanbul'a geldim. Çocuk yaşta olduğum için iş bulmakta zorlandım epey. Önceleri bulduğum iş yerlerinde, yatma yeri vermedikleri için çalışamadım. Sonra İstanbul'a daha önce gelmiş arkadaşlarımızın çalıştığı kumlama atölyelerinde çalışmaya başladım.
CAZİP OLAN YATACAK YERİN DE OLMASIYDI
Bu atölyelerde yatma yeri veriyorlardı. Normal diğer iş yerlerinde
çalışan kişilerle maaşlarımız aynıydı. Bize cazip gelişi sadece yatacak
yer verdiklerindendi. Kumlama, Türkiye'ye yeni geldiği için fazla
gelişmemişti. Karanlık bir odada deniz kumuyla kot beyazlatılıyordu.
Kum fazla harcanmasın diye de odalara ufak fan takılıyordu. Bu işlerde
çalışanlar ya bizim gibi yatma yeri sıkıntısı çekenler ya da yabancı
uyruklu işçilerdi. 1999 yılında rodeo (kumlama) çok aşırı parladı.
Neredeyse piyasaya sürülen bütün kotlara beyazlatma yapılıyordu. Bir
anda aldığımız maaşlar piyasanın iki üç katına çıktı. Herkes köydeki
veya çevredeki eşine dostuna bu işi tavsiye etti. Burada başka işlerde
çalışan arkadaşlar dahil işlerini bırakıp kumlama işine girdiler.
KELEPİR BİR BODRUM BİR DE İŞÇİ GEREKLİYDİ
İstanbul'da iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar kumlama atölyesi
varken bu sayı yüzlere kadar çıktı. Hiç kumlama nedir bilmeyen
sermayedarlar bir kumlama ustasına 3 kuruş fazla verip himayesinde
rodeo kurdular. Rodeo açmak için bir kompresör, bir hava tankı, birkaç
püskürtme tabancasından başka sermaye gerekmiyordu. Unutmadan, kelepir
bir bodrum bir de çalışacak işçi gerekliydi. Bizler İstanbul'a gelip 1
sene 10 ay çalışıp, köyümüze 15 gün dinlenmeye giderdik.
SİGORTA NEDİR DUYMUŞTUK AMA…
Sigorta nedir duymuştuk ama ne için gerekli olduğunu anlatmamışlardı.
Bizim gözümüzde sigorta 20 yıl aynı iş yerinde çalışanı emekli etmekti.
Oysa sigorta hayatı garanti etmekmiş. Hadi bizler bilmiyorduk, peki
devlet neredeydi; çalışan işyerleri vergiye tabiydi. Elektrik faturası
ödüyorlardı, vergi ödüyorlardı. Peki merak etmiyorlar mıydı, bu iş
yerinde ne üretiliyor, kimler çalışıyor. Sonuç itibariyle; senin belli
iş yasaların ve bunun denetimi için kurumların var. Sen buraya
elektrik, su verip vergi alıyorsan, merak edip denetleyeceksin;
şartlara uygun, koyduğun yasaya uygunsa çalışma ruhsatı vereceksin.
Ve şu an hepimiz hastayız, hem de tedavisi olmayan bir hastalık. Sadece köyümüzde resmi olan hasta sayısı 187. Doktora gitmeyenlerle beraber 300 kişi hasta ve çaresiz ölümü bekliyoruz.
Türkiye'nin birçok bölgesinde bu işten hastalalnmış işçiler var. Bizim hikayemiz böyleydi; onlarınki kimbilir nasıl?
ATILMIŞ YAVRULAR BİZ MİYİZ?
Şimdiye kadar üç arkadaşımızı kaybettik ve yatağa mahkum dört
arkadaşımız var; yaşamları oksijen tüpüne bağlı. Aslında hepimiz
perişanız çünkü çalışamıyoruz, yürümekte bile zorluk çekiyoruz. Geçimi
bize bağlı ailelerimiz var, onlara bakamıyoruz. Bu bize hastalıktan da
çok koyuyor. Bizi bu hallere düşüren iş sahipleri kadar devlet de
suçludur. Bize sahip çıkmalıdır; bizi iyileştiremezse bile en azından
bundan sonraki yaşamımızı garanti altına almalıdır.
Şimdi merak ediyorum yazımı okuyup bize sahip çıkacaklar mı? Yoksa bu leylek hikayesine gerçekten inanacağım… Acaba atılmış yavrular biz miyiz?
Abdulhalim Demir
Kaynak: Anarsi.org
______________________
Derleme;
Bingolonline