Bir Gurbet Hikâyesi...Arı kovanlarının peşinde tatlanan bir çocukluk yaşamış, Mendo'nun (Bilaloğlu Köyü) yorucu yamaçlarında adım adım gençliğine yürümüş ve Bingöl merkez Çifte Fırınlar'daki baba yadigârı toptancı dükkânında iş hayatına adaptasyonunun ilk ışıltıları yaşamına yansımıştı.Arı kovanlarının peşinde tatlanan bir çocukluk yaşamış, Mendo'nun (Bilaloğlu Köyü) yorucu yamaçlarında adım adım gençliğine yürümüş ve Bingöl merkez Çifte Fırınlar'daki baba yadigârı toptancı dükkânında iş hayatına adaptasyonunun ilk ışıltıları yaşamına yansımıştı. Faali meçhul cinayet haberlerine her gün bir yenisinin eklendiği, siyasi kutuplaşmanın zirveyi gördüğü ve kasvetli bir atmosferle akşam saatlerinde sokakların boşaldığı Bingöl'de, hayatın tüm karamsarlığına rağmen hemen her gencin hayaliydi Avrupa… O da arkadaş sohbetlerinde Avrupa hayallerini anlatıyor, yakınlarının Avrupa'daki yaşamına dair kesitleri heyecanla dinliyordu. Avrupa'ya gitmekte kararlıydı. Yeni bir hayat, daha çok kazanç ve sınırsız bir özgürlük hayaliyle kararını vermişti.. Yıl 1996, aylardan Temmuz… Henüz 16 yaşındaydı. 40 gün süren zorlu bir yolculuk maratonu ile hayallerine koşuyordu. Beraberindekilerle dağlar, tepeler bir bir aşılıyor, nehirler geçiliyor, bir romanın en heyecanlı satırlarındaki maceraları da yaşaya duruluyordu.. Ve nihayet, Almanya'ya varmıştılar. Berlin diyorlardı buraya... Koca binalar, kalabalık insanlar, hiç alışık olmadıkları bir lisanla konuşan yığınca insan… Şaşkın olduğu kadar mutlu ve heyecanlıydı. Bir akrabasının yanına sığınmıştı. O yıllarda Almanya'da Türk işletmeleri şimdiki gibi yaygın değildi. İlk olarak meyve bahçelerinde çalışmaya başladı. Oysa Bingöl'de hayalleri bambaşkaydı… Ama geri de dönemezdi. Çalışmak, kazanmak ve hayallerindeki Avrupa hayatını elde etmeliydi. 3 ay sonrasında bahçe işleri bitmiş, kış kapıyı araladığı için iltica açabilmek maksadıyla mülteci kampına yerleşmişti. Sefaletin kol gezdiği, dışarıda beğenilmeyen yemeklerin dahi çokça kıymetli olduğu, kimsenin kimseye güvenemediği ve siyasi baskıların da yaşandığı karamsar bir ortamdı. Lakin direnmekten başka çaresi yoktu… 6 aylık kamp hayatı, iltica talebinin olumlu sonuçlanmasıyla noktalanmış ve oturum hakkını kazanmıştı. Yeniden Berlin'e dönmüş, tıpkı ilk geldiği günün heyecanını hissetmişti. Türk lokantalarından birinde iş başı yapmış, babasının yanında çalışırken edindiği ticaret ahlakının da katkısıyla bu alanda ilk adımlarını atmaya başlamıştı. 2 yıl sürdü bu çalışmalar… Artık yirmili yaşlardaydı. Birikimini yapmış, emek ve mücadelenin de neticesinde panelvan araç üzerinde ilk işyerini açmış ve böylece Almanya'daki dönerciler kervanına katılmıştı artık. Buradaki işini yaklaşık 3 yıl sürdürdü. Bu süreçte Almanya'daki aşırı sağcılar, yani Türkiye'de en bilindik adıyla ‘dazlaklar' tarafından sık sık saldırılara uğradılar..! Yaşananlar karşısında yerleşik bir düzene geçme kararı aldı ve 2003'te bir mülkiyet kiralayarak işini burada sürdürmeye başladı. 2005'te Türkiye'ye dönerek evlendi ve döndüğünde Bremen'e yerleşerek kebapçı dükkânı açtı. Gröpelingen de tıpkı ‘küçük Bingöl' olarak tanımlanıyordu. Dört yıl burada kaldı ve esnaflığın yanı sıra bir dizi organizatörlük işlerini de gerçekleştirdi. Sanat dünyasından önemli isimlerin konserlerini organize ederken, mesleğini de daha iyi yaparak çalışma ağını genişletti. Ve burada da ortam bozulmaya, sosyal ilişkiler yara almaya başlamışken Hannover'e taşınma kararı aldı ve döner işletmelerini burada da kurarak bölge insanına yeni lezzetler sundu, halen de burada yaşıyor..! İnişli çıkışlı dönemlerini, hayatının en zorlu virajlarını ve tabi ki mutluluklarını biriktirdi anı defterinde Ali Keskin… Öyle ki, Almanya hayalleri bulunanlara da ışık tutuyordu… Sorduk kendisine; 90'lı yıllarda Bingöl'de hemen her gencin hayaliydi Avrupa.. Gidip hayatını kurtaran da oluyordu, gidip hayatından olan da… Nasıl bir hayattı Avrupa? Bir şekilde Avrupa'ya gidiliyordu. Kimileri okuyup veya meslek öğrenip iyi iş alanlarında helalinden çalışarak düzenli bir hayata kavuşuyordu, kimileri de helal dairesinin dışına çıkarak kısa yoldan zengin olmaya çalışıyordu. Gece hayatları ve dahası.. Ama bu yolu tercih edenler iflah olmadı. İyi paralar kazananlar oldu ama hayrını göremediler. Kimileri cezaevlerinde uzun yıllar kalarak ömrünü çürüttü, kimileri sınır dışı edildi, kimileri amansız hastalıklara yakalanıp kazandığını da hastanelerde harcadı… Böylesi hayat hikayelerini çokça anlatmak mümkündür.. Ama son yıllarda artık düzenli bir iş hayatı tercih edilerek ekmeğine odaklandı insanlar… Kötülüklerden uzak, sadece ekmeğinin mücadelesi var… Kötülükten çıkamayanların hali de ortada zaten.. İlk gittiğiniz yıllarda Almanya'daki Türkler bir birini sahipleniyor muydu? Yerine ve kişiye göre değişiyordu bu! Ama genel manada insanların bir birinden kaçtığını, uzak durmaya çalıştığını söyleyebiliriz. 90'lı yıllarda kardeş kardeşe sahip çıkamıyordu. Tanıdık pek kimse de olmuyordu zaten. İş imkânları da şimdiki gibi değildi. Şimdi sayısal açıdan kalabalık bir nüfus var, uçak sayesinde ulaşım daha kolay, insanlar iş hayatında önemli adımlar attılar… Şimdilerde ise diyaloglar daha iyi, taziye ve düğünlerde insanlarımız bir birini yalnız bırakmıyor. Bu süreçte kültürel bir değişim oldu mu? Almanya'da 2010 yılına kadar herkesin tek derdi ‘işim, aşım, evim ve arabam olsun' idi. Bu yüzden de yoğun bir çalışma hayatı vardı. Tabi Türkiye'den bakınca “Almancı' denilse de insanlar gerçekten zorlu bir yaşamı göğüslüyordu burada. 2010'dan sonra ekonomik gelişmeler, iş hayatındaki değişim ve dönüşümler ile birlikte insanlarımıza hayallerini kısmen de olsa gerçekleştirmeye başladı. Ekonomik refah düzeyinin arttıkça kültürümüzü yaşamak, geleneklerimizi sürdürmek, sal-i rahmi daha yoğun uygulanır oldu. Düğün, taziye ve özel günlerde mümkün mertebe herkes bir birinin yanında olmaya çalışıyor, aile bağları daha iyi korunmaya çalışılıyor. Bingöl'deki gibi sürekli bir arada olmak belki de mümkün olmuyor ama yine de onca mesafeye rağmen iyi bir diyalog olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa'da yaşayanların son yıllarda memleket ziyaretlerinin artmasından yegane sebep, çocuklarının memleket kültürünü tanıması, yaşaması ve buraya dair bir aidiyete sahip olmasının sağlanmasıdır. Atasını, atasının topraklarını, ait olduğu yerleri tanımayan bir nesil, biliyoruz ki Avrupa kültürüne hapsolacak ve kendi kültürünü değil, Avrupa kültürünü benimseyecek. Bu da bir kültürel yok oluşun hikayesi olur.. Anadilde nasıl bir ortam var? Mesela Zazaca'yı konuşmak hangi aralıklarla mümkün? Avrupa, anadile fazlasıyla önem veriyor. Anadilde eğitim hakları tanınıyor, hatta bu alanda Almanya'da önemli adımlar da atıldı, Zazaca dersler de veriliyor okullarda. Bireyler ölçeğinde se durum Türkiye'ye göre daha iyi. Burada anadilimizi yaşatmak adına sivil toplum örgütlenmeleriyle bir dizi faaliyetlerimiz de bulunuyor. Zazaca ata toprağımız Bingöl'de pek ilgi görmese de Avrupa'da çok kıymetli ve iyi de ilgi görüyor. Ben ve eşim evde Zazaca konuşuyoruz. Haliyle çocuklarımız da Zazaca öğreniyor, bizimle Zazaca konuşuyor. Zazalar bir araya geldiğimizde Türkçe pek konuşmayız. Zazaca konuşur, Zazaca anlatırız her türlü meramımızı. Mesela Bingöl'de birine Zazaca bir şeyler sorduğumuzda yanıtını çoğunlukla Türkçe alıyoruz. Yeni nesil Zazaca konuşmuyor, öğrenmek gibi bir çabası da yok. Hatta kız çocukları Zazaca konuşmaktan utanıyor. Anadilimizi konuşmaktan neden utanırız, onu da anlamıyorum. Benim bu vesileyle tüm anne babalara tavsiyem, hatta özel ricam, lütfen evinizde Zazaca konuşun, çocuklarınıza da mutlaka anadilimiz Zazaca'yı öğretin. Dilimiz yok olunca, biliriz ki bizler de yok olmuşuz. Kaynak: Detay Dergisi YORUM YAZIN
|
|